Amerika Birleşik Devletleri Tarihi

Amerika Birleşik Devletleri 18. yüzyıldan itibaren yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkmıştır ve kuruluşundan itibaren dünyayı ve dünya politikasını etkilemeye başlamış, günümüzde ise çağdaş uygarlığın öncülüğünü; globalleşmenin ise liderliğini üstlenen bir konuma yükselmiştir. Amerika, 350-400 yıllık bir süre içinde koloni çağından evren devleti duruma gelişinin elbette çok çeşitli sebepleri vardır. Bu sebepler yeni bir kıtanın keşfinin vermiş olduğu dinamizmle ve ekonomik manada dünyayı kendi yararına düzenlemeye, kendi ekonomik anlayışını dünyaya kabul ettirmeye çalışmasıyla da alakalıdır.

Bu dinamizmle kendisini Avrupa’nın o karmaşık politik oyunlarından izole etmesi ve iç dengelerini sağlamlaştırması ilk kuruluş yıllarındaki temel politikasıydı. Bu politika 1941’e kadar böyle devam edecekti. Ancak bu yıldan sonra artık Amerika dünya düzenine fiili olarak müdahalelerde bulunacaktır. Bu politika günümüze kadar devam etmiştir. Ve uzun yıllar da devam edeceğe benzemektedir. Amerika Birleşik Devletleri tarihini bir çırpıda öğrenmek için hazırladığımız bu hap büyüklüğündeki yazı, genel itibariyle Amerika Birleşik Devletleri tarihini daha detaylı görmenizi de sağlayacaktır.

Thirteen Colonies (13 Koloni)’nin Genişlemesi

Amerika Birleşik Devletleri’nin Bağımsızlık Mücadelesi

ABD’nin bağımsızlık mücadelesi, değişik başlıklar altında incelenebilir. Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlık mücadelesidir. İkincisi, Koloni Çağı, üçüncüsü ise Amerikan Ulusal Bağımsızlık Savaşı’dır. Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığı kazanması ve sonuçları da son olarak incelenebilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin genişlemesi

Koloni Çağı

Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden sonra İspanyollar Meksika ve Güney Amerika’da ilk kolonileri kurdular. Avrupa kıtasından Amerika’ya asıl göçler 1600’lerde başladı ve kıta, kısa sürede Avrupa devletlerinin sömürgecilik alanı durumuna geldi. Kanada dahil Kıtanın kuzey ve doğu bölgeleri Fransa’nın; Atlantik kıyıları İngiltere’nin bugünkü ABD’nin güney eyaletleri ile Orta ve Güney Amerika’nın büyük bölümü İspanya’nın; Brezilya Portekiz’in ve 1621’de New Netherland kolonisi adıyla kurulan ve 1664’de İngilizlerin eline geçen, adı da önce New Amsterdam iken sonra New York olarak değiştirilen bölge Hollanda’nın sömürgesi durumuna geldi. Göçler sonucu Amerika’nın nüfusu hızla arttı. Kıtanın nüfusu 1669’da 250.000 iken, 1775’te 2,5 milyona yaklaştı. Göçe paralel olarak koloni sayısı da giderek çoğaldı.

Koloniciler, yeni kıtaya ayak bastıkları günden başlayarak yasama meclisleri, temsili hükümet sistemleri ve kamu hukukunun kişiye tanıdığı özgürlükleriyle başlangıçta İngiltere yasalarına göre hareket ettiler. Fakat gün geçtikçe yasalar görüş açısından Amerikalılaşmaya başladı. İngiliz gelenek ve göreneklerine zamanla daha az dikkat uydular. Bununla birlikte İngiliz denetiminden kopmak için mücadele de verdiler. Koloni devri halk tarafından seçilen meclislerle İngiliz kralları tarafından atanan valiler arasındaki mücadelelere sahne oldu.

Bu mücadeleler; Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik gibi temel kavramları gündeme getirdi. Hatta 18. yüzyılın sonlarına doğru adeta Batı Avrupa’ya geri dönerek orada Büyük Fransız İhtilali ile bir patlamaya bile yol açtı. Koloni çağının önemli sonuçlarından biri de uygarlıklara olan katkısıdır. Özellikle Güney Amerika’da tarıma dayalı uygarlıklar gelişti. Kuzey Amerika’da sanayi uygarlığının gelişmesi zaman içinde ön plana çıktı. Sanayi ürünlerinin ve denizciliğin gelişmesi, Avrupa ve Asya ülkelerine yönelik ticareti canlandırdı. Bu durum “Globalleşme” sürecini de beraberinde getirdi.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı

Amerikan Bağımsızlık Savaşı

Amerika kıtasının keşfi ile birlikte özellikle Avrupa’dan gelen göç dalgaları, yeni kıtada kolonilerin oluşmasına paralel olarak iki önemli mücadeleyi de beraberinde getirdi. Bunlardan Birincisi: Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin kıtadaki nüfuz ve üstünlük kurmaya yönelik teşebbüsleriydi. İkincisi ise; İngiltere ile koloniler arasındaki bağımsızlık mücadelesidir. Başlangıçta Portekiz ve İspanya elde ettikleri keşif haklarıyla Amerika Kıtası üzerinde tekelci sömürge hakkı iddiasında bulundular.

Ancak, 1580’den itibaren kıtanın kontrolü İspanya’nın eline geçti. 1588’de büyük İspanyol Donanmasının İngiltere’ye yenilmesi sonucu Portekiz gibi İspanya’nın gücü de etkinliğini kaybetmeye başladı. Mücadele bir süre sonra Avrupa’da yeni güçlenmekte olan ve sömürgecilik politikasını sürdüren Hollanda, Fransa ve İngiltere arasında yoğunlaştı.

Bu ülkeler bir yandan aralarında çatışırlarken, öte yanda Amerika’daki İspanyol ve Portekiz kolonilerini ele geçirmeye başladılar. Uzun süren mücadeleler sonunda, İngiltere önce Hollanda’yı mağlup etti ve 1667’den itibaren Hollandalıları Kuzey Amerika’dan uzaklaştırmayı başardı. 1688-1763 yıllan arasında Kuzey Amerika Kolonileri sebebiyle Fransa ile de dört kez savaşan İngiltere, yedi yıl savaşları ile Fransa’yı mağlup etmeyi başardı. Savaş sonunda imzalanan 1763 Paris Antlaşmasıyla İngiltere hemen hemen tüm Kuzey Amerika’yı kontrolü altına almış oldu.

Fransa’yı yalnız Amerika’da değil Hindistan’da ve hatta tüm koloni dünyasında dize getiren İngiltere, yeni bir sorunla karşı karşıya kaldı. Konu, imparatorluğun yönetimi idi. Ancak, İngiltere’nin yeni bir imparatorluk şekline ihtiyacı vardı. Bu durum, Amerika’da değişim için hiç uygun değildi. Çünkü, Amerikan kolonileri eskisinden daha fazla özgürlük istemekteydiler. Bu durum, Amerikan kolonileri ile İngiliz yönetimi arasında bağımsızlığa giden mücadelenin başlangıcını ve sebebini teşkil etti.

ABD’nin Bağımsızlığı ve Sonuçları

Yedi Yıl Savaşlarından dünyanın en büyük sömürge ve deniz devleti olarak çıkan İngiltere, iki önemli problemle karşılaştı. Bunlardan Birincisi: Sömürge İmparatorluğunun yönetimi ve yönetimin merkezleştirilmesi; ikincisi: Savaşlar nedeniyle ortaya çıkan mali sıkıntının ortadan kaldırılmasıdır. İngiltere, içine düştüğü mali bunalımdan çıkmak için gerek anavatanda ve gerekse sömürgelerde yeni vergileri hayata geçirmek istedi. İngiliz Hükümetinin yeni mali politikası, Amerikan Kolonilerinin tepkisine yol açtı.

Kolonilerin temsilcileri, İngiliz baskı, kontrol ve uygulamalarım görüşmek için 5 Eylül 1774′ de Philadelphia’da toplandılar. Bu toplantıdan sonra 10 mayıs 1775’de bir kongre daha toplandı. Bu kongrede milis kuvvetlerden bir ordu toplandı. Bu orduyu Albay George Washington “Tüm Amerikan Kuvvetlerinin Başkomutanı” olarak yönetti. Böylece, bağımsızlık mücadelesi de başlamış oldu. Bağımsızlık savaşında Amerikan kolonilerini en çok destekleyen ülke Fransa oldu.

Amerikan kolonileri, 4 Temmuz 1776’da kabul ettikleri ve yayınladıkları “Bağımsızlık Bildirisi” ile Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığını ilan ettiler. Siyasal felsefesi kesin olan bu bildiri şu görüşlere yer vermekteydi:

Şu gerçeklerin açık olduğunu kabul ediyoruz;

  • Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır.
  • Yaratıcıları tarafından bahşedilmiş belli ve vazgeçilmez haklara sahiptirler.
  • Hayat, özgürlük ve mutluluğa erişmek bu haklar arasındadır.
  • Bu hakları sağlamak üzere insanlar kendi aralarında, gerçek gücünü yönetilenlerin onayından alan hükümetler kurmaktadırlar.
  • Herhangi bir hükümet şekli amaçları yıkıcı olduğu zaman bu hükümeti değiştirmek ya da düşürmek, yeni bir hükümet kurmak ve bu hükümetin yetkilerini ve dayandığı temelleri, halkın güvenlik ve mutluluğunu en iyi sağlayacak şekilde düzenlemek ve kurmak halkın hakkıdır.

Bağımsızlık bildirisinin ortaya koyduğu fikirler tüm Amerikan halkının hislerine tercüman olmuştur. Çünkü bu bildiri insanlara kendi değerlerini belirtmekte ve onları kişi özgürlüğüne kavuşturmaktadır. Ve hepsinden de önemlisi halk egemenliğine dayalı yönetimlere kavuşturacak yolu açmaktadır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı altı yıldan fazla sürdü. İngiltere, George Washington komutasında savaşan kolonilerle başa çıkamayacağını anlayınca, 1782 yılında ABD’nin bağımsızlığını resmen tanıdı. Bağımsızlıktan sonra ABD sınırsız doğal kaynaklarıyla hızla gelişti ve daha 1867 yılında bugünkü sınırlarına ulaştı.

Fransız İhtilali

Fransız İhtilali’nin Bağısmızlık Savaşı’ndan Etkilenişi

Bağımsızlık savaşında Amerika Birleşik Devletleri güçlerinin kazandığı zafer sayesinde, 13 Amerikan sömürgesi İngiltere’den bağımsızlığını kazandı. Bu sömürgeler, Amerika Birleşik Devletleri için çok önemli bir yere sahiptir. Amerikan tarihinde “Thirteen Colonies Dönemi”dir. Bu eski sömürgeler Bağımsız Amerika Birleşik Devletleri’ni kurdular.  Fransa, ABD Bağımsızlık Savaşı için büyük yardımlar sağladı. Bu yardımlar Fransız ekonomisini de olumsuz yönde etkiledi.

Fransa’nın içine girdiği ekonomik bunalım 1789 Fransız İhtilali’nin en önemli sebeplerinden birini teşkil etti. Böylece, Avrupa’da günümüze kadar devam eden liberalleşme ve demokratikleşme çağı başladı. Amerikan Bağımsızlık mücadelesi, sömürgecilik politikasının yanlışlığını ortaya koydu. Bu örnek, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın diğer sömürge halkları için de bağımsızlık mücadelesi dönemini başlattı.

Amerika’nın Bağımsızlık Bildirisi, Amerika Anayasası ve ABD’nin kuruluşu, Avrupalılara aydınlanma çağının birçok düşüncelerinin uygulanabilir olduğunu gösterdi. Bu bildiri ve yasalar 1778 yılında Avrupa Bilim ve Siyaset Literatürüne girdi. Şiddetli tartışmalara da yol açtı. Neticede Avrupa’daki gelişmeler Amerika’nın etkisiyle birleşti. Düşünürler artık model ülke olarak İngiltere’den çok ABD’yi örnek almaya başladılar. Özellikle Amerikalıların yasama, yürütme ve yargı erklerini birbirinden ayıran “Güçler ayrılığı prensibi” halk egemenliğine dayanan yönetim şeklini ve yönetimde “laiklik” ilkesini benimsemeleri, 1789’da Fransızların devrimlerine insan hakları ile ilgili bir bildiri ve yazılı anayasa ile başlamaları için gerekli ortamı hazırladı.

Amerika Birleşik Devletleri Parlamentosu

Yönetim Şekli

Amerikan siyasal hayatında öteden beri iki büyük parti var olagelmiştir. Bunlardan Demokrat Parti 1800 yılından önce Thomas Jefferson tarafından kurulmuştur. Cumhuriyetçi Parti ise birliğe yeni katılan eyaletlerde köleliğin devam etmesine karşı çıkan Abraham Lincon ve arkadaşları tarafından 1850’lerde kurulmuştur. Demokrat Parti daha liberal, Cumhuriyetçi Parti ise daha muhafazakardır. Demokratlar, devletin toplumdaki ihtiyaç sahiplerine sosyal yardımlar vermesi üzerinde durur. Buna karşın Cumhuriyetçiler bu tür programların vergi mükelleflerine ağır yük getireceği düşüncesine sahiptir.

Buna paralel olarak cumhuriyetçiler güçlü bir piyasa ekonomisinin fertlerin devlete bağımlılığını azaltacağından bahisle özel teşebbüsün teşvik edilmesini ve güçlenmesini savunurlar. Bu iki büyük partinin dışında genellikle “üçüncü partiler” olarak adlandırılan küçük partilere de rastlanmaktadır. Bunların adayları nadiren seçilir. Ama halk için önemli olmakla birlikte siyasal arenada yeterince yer bulmayan konuları gündeme taşırlar. Bu partiler zaman zaman kayda değer bir rol oynarlar. Konu bu sayede büyük partilerin gündemine girince küçük partilerin artık bir şey yapmasına gerek kalmaz.

Amerika Birleşik Devletleri, temel siyasi yapısını yazılı bir anayasayla oluşturan ilk modern rejimlerden biridir. Bu ihtiyar belge yaşına rağmen geride kalan zamanın yıpratıcılığına karşı ayakta kalmış ve uygulamaları bir çok bakımdan kurucularının niyetlerinden farklı olmakla beraber temel çizgilerini 1787’de olduğu gibi koruyabilmiştir. Anayasa, ABD genelinde uygulanabilir nitelikteki yetkileri federal yönetime verir. Diğer idari yetkileri de birliği oluşturan eyaletlere bırakır. Böylece iktidarı kademeler arasında paylaştırır.

Federal yönetimin rolünün başlangıçta oldukça az olması hedeflenmiştir. Federal yönetim ticari antlaşmaların yapılması da dahil olmak üzere dış politikayı yürütür. Silahlı kuvvetleri iyi halde tutarak birliği korur. Ülke içinde federal yönetimin en önemli yetkileri kimin Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olacağının tespiti, birlik içinde genel para biriminin oluşturulması, ağırlık ve ölçülerin genel bir standarda bağlanması ve eyaletler arasındaki ticaretin düzenlenmesiyle ilgili sorumluluklarıdır.

4 Temmuz 1776 tarihli, Amerika Birleşik Devletleri kongresinden ilk çıkan bağımsızlık yasası

İnsan Hakları Bildirgesi

1791’de gerçekleşen ve haklar bildirgesi olarak bilinen anayasadaki ilk on değişiklik birlik genelinde temel medeni özgürlükleri de oluşturmuştur. Anayasanın ön gördüğü sistem olan federalizmi Amerikan yönetim sisteminin en belirleyici unsuru olarak kabul edebiliriz. Fedarlizm; aynı topraklar ve aynı insanlar üzerinde hüküm süren birbirinden farklı ve prensip olarak herhangi birinin varlığını diğerine borçlu olmadığı iki ana yönetim düzeyinin mevcudiyetini gerektirir. Her iki yönetim düzeyi kendi yetkilerini genellikle diğerinden bağımsız olarak kullanır ama bazen ortaklaşa yetki kullanımı da söz konusudur.

Ferderalizim tercihinin temelinde gücün tel bir merkezde toplanmasının önlenmesi ve merkezi bir otoritenin gücüne karşı kişisel hürriyetleri koruyacak bir diğer otoritenin tesis edilmesi düşüncesi yatmaktadır. ABD anayasası, federal yönetimin yapısını güçler ayrılığı ilkesine dayandırır. Üç temel güç; yasama, yürütme ve yargıdır. Güçler ayrılığının işlemesinde “denge ve firen” ya da “kontrol ve denge” denilen bir ilke ön plana çıkar bunun anlamı sistemi oluşturan üç gücün birbirini dengeleyecek yetkilerle donatılması, böylece sistemin hiçbir unsurunun yalnız başına sisteme hakim olamamasıdır.

Bağımsızlık Savaşı Karşısında Avrupa Devletleri ve Amerika’nın İnfirad Politikası

Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlık savaşına bazı Avrupa devletleri de dolaylı veya dolaysız bir şekilde karışmak zorunda kaldılar. İngiltere, Fransa Ve Hollanda Amerikan bağımsızlık mücadelesine kendi çıkarlarına müdahale ediyorlardı. Bu üç Avrupa devletinin, Amerika’nın bağımsızlık savaşına dolaylı veya dolaysız olarak karışma şekilleri göstermektedir ki, bu devletlerin Amerikan bağımsızlığı ile hiç bir ilgileri yoktur.

Hiç biri Amerika’nın bağımsızlığını, bir sömürge halkının sömürgeci devlete karşı yürüttüğü bağımsızlık idealinden ele almış değildir. İşte bu durum Amerikalılara şunu gösterdi ki, Avrupa devletlerinin kendilerine özgü bir takım çıkarları ve bu çıkarlardan doğan politik oyunları vardır. Bu politik çıkarlar ve oyunlar, Amerika’nın kendi çıkarlarına tamamen yabancıdır. Şu halde, Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni bir bağımsız devlet olarak, bu oyunlar içine girmesinde hiç bir yararı yoktur.

Bu sebeple, Amerika Avrupa’dan uzak durmalı, Avrupa ile ticaretini devam ettirmeli; lakin Avrupa politikasının, oyunlarının içine aktif bir şekilde girmemeli, karışmamalı ve bulaşmamalıdır. Amerika’nın ilk Cumhurbaşkanı George Washington’dan itibaren Amerikan yöneticileri, Amerika’yı Avrupa politikasından uzak tutmaya dikkat etmişler ve önem vermişlerdir ki; bu politikaya Amerika’nın İnfirad (İsolation) politikası denmektedir.

Monroe Doktrini

Birleşik Amerika, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren bu politikayı izlemekle beraber, Avrupalılar Amerika’nın yakasını bir türlü bırakmak istemedi. Birleşik Amerika’nın çabalarına rağmen Avrupalılar, şu veya bu vesile ile Amerika’yı kendi politik oyunlarının içine çekmeye çalıştılar. Başta İspanya’daki liberal hareketi bastıran Fransa olmak üzere İngiltere ve Rusya da, Latin Amerika’daki bu bağımsızlık hareketlerini, bastırmak isteği ile öne atıldılar. Gerçekte her üç devletin de hesabı aynı idi: Bu bağımsızlık hareketlerini bastırdıktan sonra, sömürgeci devletler olarak Latin Amerika’da İspanya’nın yerini almaktı. Böylece geniş sömürge kaynaklarına sahip olacaklardı.

Avrupa’daki bu gelişmeyi Birleşik Amerika endişe ile izledi. Çünkü bağımsızlığının ilk gününden beri Amerika Avrupa’dan uzak durmaya ve hatta Avrupa’dan kaçmaya çalışmıştı. Şimdi ise, Latin Amerika halklarının bağımsızlık savaşını bastırmayı bahane eden Avrupa ülkeleri, birer sömürgeci devlet olarak gelip Amerika kıtalarına, Orta ve Güney Amerika’ya yerleşeceklerdi. Bunun sonucunda da, Avrupalıların bu kıtada oynayacakları politik oyunların içine Birleşik Amerika da çekilmiş olacaktı. Kısacası Birleşik Amerika Avrupa’dan kaçarken Avrupa adeta Amerika kıtalarında Birleşik Amerika’nın eteğine yapışıyordu. Bu durumu Birleşik Amerika’nın selameti bakımından tehlikeli bulan 5’inci Cumhurbaşkanı James Monroe, 2 Aralık 1823 günü Amerikan Kongre’sine bir mesaj gönderdi. (Amerikan siyasi sisteminde Kongre, Temsilciler Meclisi ile Senato’dan meydana gelmektedir.) Bu mesajda başkan Monroe, Amerikan dış politikasının temel ilkeleri olarak şu iki hususu belirtiyordu.

Amerikan Dış Politikası’nın Temel İlkeleri

Başkan Monroe’ye göre, Birleşik Amerika Avrupa’nın işlerine karışmamaktadır. Amerika’nın Avrupa ile hiç bir politik ilgisi yoktur ve Avrupa işlerine karışmayacaktır. Buna karşılık; Avrupa devletleri de Amerika kıtalarının iç işlerine karışmamalıdırlar ve Amerika kıtalarından uzak durmalıdırlar. Amerika’nın bu isteğine rağmen, eğer herhangi bir Avrupa devleti Amerika kıtalarına ayak basar ve bu kıtalarda bir sömürgecilik teşebbüsünde bulunursa, Amerika Birleşik Devletleri bu hareketi düşmanca bir hareket sayacak ve Avrupa devletleri Birleşik Amerika’yı karşısında bulacaktır. Monroe Doktrini denen, Avrupa işlerine karışmama, Avrupa’dan uzak kalma ve buna karşılık da Avrupa devletlerini Amerika kıtalarının işlerine karıştırmama politikası bundan sonra II’inci Dünya Savaşına, daha açık bir deyişle 1941 yılına kadar devam etmekle beraber bu uygulama Amerika’yı bu süre içinde kendi kabuğuna çekmiştir.

İki Dünya Savaşında Amerika

Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İspanya’dan tamamıyla bağımsızlığını kazanmasının ardından ilk ciddi gövde gösterisini Birinci Dünya Savaşı’nda gösterdi. özellikle Wilson ilkelerinin, Amerikan Başkanı Wilson tarafından ortaya atılması savaşın mağlup devletlerinin sınırlarını büyük oranda değiştirmeyi amaçlıyordu ve bu coğrafyalarda Wilson Prensiplerine sığınan azınlıkların güçlü oldukları bölgelerde büyük soykırımlar gerçekleştirmesine sebep olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda da Amerika özellikle Almanya’nın güçsüzleşmeye başlamasının ardından ortaya çıkmış ve savaşa yön vererek gücünü tüm dünyaya ispat etmeyi başarmıştı.

Birinci Dünya Savaşı

Almanya’nın, İngiltere ve Fransa’ya karşı denizaltı savaşına başlaması, ABD’nin uluslararası ticaretini büyük ölçüde tehdit etmeye başlamıştı. Alman denizaltıları uluslararası sularda karşılaştıkları gemileri savaş, ticaret ve yolcu gemisi olmalarına bakmadan batırmış ve batan gemilerde birçok Amerikalı yaşamını yitirmişti. Üstelik çeşitli casusluk ve karşı-casusluk faaliyetleri sonunda, Almanya’nın Meksika’yı ABD aleyhine savaşa girmeye teşvik ettiği de ortaya çıkarıldı.

Alman dışişleri bakanı 1917’de Meksika büyük elçisine şifreli bir mesaj gönderdi. Bakan, bir Alman-Meksika ittifakı öneriyordu. ABD’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesi durumunda Meksika, ABD’ye saldıracak ve bunun karşılığında ABD’den New Mexico, Teksas, Arizona eyaletlerini alacaktı. Almanya aynı zamanda Japonya’yı taraf değiştirerek Pasifik Okyanusunda ABD’ye saldırmaya ikna etmeye çalışmaktaydı.

Ancak bu mesaj deşifre edilince Amerika kamuoyunda bir tepki doğmasına sebep oldu. Böylece Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. ABD’nin savaşa girişi üçlü itilaf devletleri açısından büyük avantaj olmuş ve büyük maddi gücü ile Almanya’nın karşısına dikilmiştir. Ancak ABD’nin savaşa girişi itilaf devletleri açısından olumsuz bazı durumlar da doğurmuştur. Wilson’un görüşleri savaş sonrasında toplanan barış konferansını etkilemiş ve iki savaş arası dönemde Avrupa’nın sömürgeci devletlerini güç durumda bırakan sorunlar ortaya çıkarmıştır. Daha savaş sona ermeden, 1918 yılının ocak ayında başkan Wilson savaş sonrası dünya ile ilgili görüşlerini ünlü 14 noktası ile açıklamıştır.

Başkan Wilson’un bu önerilerine savaş içinde hiçbir devletten olumlu yanıt gelmemiştir. Wilson bu önerlerle, uluslararası ilişkiler yepyeni bir hava getirmek istiyordu. Ancak bu “idealist” yaklaşım I. Dünya savaşı sonrası Avrupa sisteminin gerçeklerine uygun düşmeyecekti. Wilson Milletler Cemiyeti’ni bir dünya örgütü olarak düşünmüştü ama Wilson’un seçim yenilgisi ve Cumhuriyetçi partiden Harding’in başkan seçilmesi sonucu ABD’nin Avrupa politikasından uzak durma ilkesini yeniden benimsemesi kuruluşu Amerika boyutundan yoksun bıraktı.

İki Dünya Savaşı Arası Dönemde Amerika

ABD iki savaş arası dönemde “yalnızcılık” politikası izlemiştir. Ancak bu politikaya rağmen sömürge faaliyetleri Orta Asya ve Doğu Asya’da devam ediyordu. İngiltere ve Japonya’daki savaş teknolojisinden etkilenmekteydi. İngiltere’nin donanması Pasifik’te Japonya’ya karşı ABD’ye bir güvence oluşturuyordu. Bu dönemde ABD dış politikasını yönetenler iki görüşten yola çıkarak dış politikayı belirlemeye çalışıyorlardı. Birincisi: bütün diplomatik bağlantı ve yükümlülüklerden kaçınarak tam bir yalnızcılık politikası izlemek, ikincisi: ABD’nin yeni bir savaşın önlenmesinde ağırlığını koyabilmesi için batılı demokratik devletlerle iş birliği yapmak idi.

Dönemin ilk iki başkanı olan Harding ve Coolidge ilk görüşü benimseyerek dış politikayla fazla ilgilenmemişler dış politikanın yürütülmesini dış işleri bakanları Hughes ve Kellogg’a bırakmışlardır. Dönemim üçüncü başkanı Herbert Hoover 1929-30’ların dünya ekonomik bunalımları yüzünden dikkatini daha çok iç politika üzerinde toplamıştır. ABD ekonomik alanda sınırsız kişisel özgürlük ilkesini savunduğundan, uluslararası alanda da denizlerin ve dünya ticaretinin serbestliğini ve her türlü sınırlamadan kurtarılmasını desteklemiş ve dış politikasını genel olarak bu yönde oluşturmuştu.

Ancak dünya ekonomik bunalımı bu görüşlerin bunalım sırasındaki geçersizliğini ortaya koymuştu. 1932 kasımındaki başkanlık seçiminde demokrat partiden Franklin Delano Roosevelt ABD başkanı seçildi.  1932’de demokratların seçimi kazanması yalnızcılık politikasının bir zaferi olarak değerlendirilebilir. Onlara göre  Avrupa’dan uzak durulmalıdır. Avrupa devletleriyle ne kadar az münasebete girilirse o kadar Amerika’nın karına bir durumdu. Fakat bu politika çeşitli nedenlerden dolayı II. Dünya savaşı sırasında değişikliğe uğrayacaktı.

İkinci Dünya Savaşında Amerika

II. Dünya savaşı çıktığı zaman Amerikan kamuoyu I. Dünya savaşından farklı olarak Almanya’ya karşıydı. Bunda Hitlerin yürütmüş olduğu politikalar etkili olmuştu. Ama bu savaşa girmeyi gerektirecek şekilde etkili değildi. II. Dünya savaşı çıkınca başkan Roosevelt bir demeç vererek Amerikan halkından düşüncelerinde bile yansız kalmalarını istedi. Ama savaş Almanya’nın lehine gelişme göstermeye başlayınca bu tarafsızlık yasalarında değişiklik yapma gereği ortaya çıktı. Daha önce savaş malzemesi satışı yasak olduğu halde dört kasım 1939’da yapılan bir değişiklikle savaş malzemesinin satışının serbest olduğu ancak parasının peşin ödenmesi gerektiği açıklandı.

1940 kasımında ABD karayip denizinde Jamaica, Trinidat ve İngiliz Guyanası gibi yerlerde üs elde etmesine karşılık İngiltereye 50 destroyer verdi ve zorunlu askerlik yasası çıkararak silahlanmaya başladı. ABD’nin bu sırada en büyük endişesi şu idi, ABD güvenliği İngiliz deniz gücüne bağlıydı. İşte ABD’nin İngiltere’ye yardım etmesinin en önemli nedeni İngiltere’nin yenilgisine ya da Almanya ile anlaşmasına engel olma isteğidir.

Bunun için Hitlere karşı mücadele verenlere yardımlar başladı. Bu ABD’nin birinci dünya savaşındaki devletlere olan yardımından farklı olarak geri dönüşümünü düşünmediği bir yardımdı. Bu politika da Amerika’nın tarafsızlık politikasında önemli bir değişiklik sayılabilir. Bu değişiklikle beraber İngiltere ile ABD yetkilileri bir demeç yayınlayarak savaş sonrası yeryüzünü nasıl düzenleyeceklerine karar verdiler. Atlantik demeci (9-10 ağustos 1941) olarak bilinen bu demeç, ABD’nin tarafsızlık politikasını artık bıraktığını ve savaşa müdahil olma durumunu açıkça ortaya koymuştur. Bu sırada Japonya’nın Uzak doğudaki yayılmacı faaliyetleri Amerika’yı rahatsız etmeye başlamıştı.

Amerika’nın İkinci Dünya Savaşına Girmesi

Bunun sonucunda girişilen anlaşma çabaları sonuç vermeyince Japonya ABD’ye savaş ilan etmiştir. Bu savaşın Avrupa yansıması ise Japonya ile Almanya arasında daha önce imzalanan yardım antlaşması gereği Almanya’nın ABD’ye savaş ilan etmesidir. Bu savaş ilanı ile Roosevelt ve askeri danışmanları, Almanya’nın yenilmesini Amerika’nın dış politikasının ilk ve en önemli amacı biçimine getirmişlerdi. Amerika’nın savaşa girişi Avrupa’yı ve İngiltere’yi rahatlattı. 1942 yılının ocak ayında Churchill Amerika’ya gitti. Burada Birleşmiş Milletler ittifakı kuruldu. Churchill’in ABD’ye gitmesinin asıl amacı Roosevelt ile savaş stratejisi konusunda görüş alış verişinde bulunmaktı.

Savaşın sona ermesine doğru Avrupa’da Hitler savaş dışı bırakıldı. Uzak Doğu’da Japonya’ya atom bombasının atılması savaşı bitirdi. Savaşın sonunda iki devlet yani ABD ile Sovyet Rusya güçlü çıkmıştı. 4-11 şubat 1945’de toplanan ve savaş sonrası düzenle ilgilenen Yalta Konferası sırasında Sovyet Rusya, İngiltere ve ABD arasında görünürde bir ittifak sağlansa da aslında bu devletlerin bir birlerine güvenleri yoktu. Bu da soğuk savaş dönemini meydana getirecek ve dünyanın II. Dünya savaşı sonrasında iki kutuba ayrılmasına neden olacaktı. Bu savaştan sonra Sovyet Rusya ve onun rakibi olan ABD’nin dünya sahnesindeki çekişmesi süreci başlayacak ve bu çekişmeyi Sovyet Rusya’nın kaybetmesiyle son bulacaktı.

Soğuk Savaş Döneminde ABD

Soğuk Savaş, A.B.D. ve Sovyetler Birliği devletleri arasındaki politik gelişmelerinin karmaşık bir şekilde kesişmesiyle ortaya çıkmıştır. Her iki süper gücün liderleri barış aramış; ancak bunu yaparlarken kendi ideolojilerinden asla vazgeçmemişlerdi ABD uluslararası “açık kapı” politikası ile dünya çapındaki çıkarlarını korumayı bilmiştir. ABD’nin uyguladığı bütün stratejiler, ekonomik ve askeri yardımların temelinde kendi güvenliğini sağlamak geldiği kesindir.

Amerikalılar için en büyük tehdit Sovyetler idi; çünkü yayılmacı politikalarıyla Komünist rejimlerini yayma çabasına girmiş ve böylece dünyadaki süper güç olma yolunda en büyük adımlarını atmıştı. A.B.D.’nin uyguladığı politikaların çoğu Rusların yayılmalarına ve kendilerine tehdit unsuru olmalarını engellemekti. Bu sebepten Soğuk Savaş yıllarında en çok uygulanan politika tehdit politikası olmuştur. Bu stratejinin amacı A.B.D.’nin kendi güvenliğini, dünyadaki mevcut güçler arasındaki dengeyi sağlayarak korumaktır. Ancak, Amerikan stratejisinin anlaşılamayan yönü, Amerikan liderlerinin bu stratejinin başarılmasında hemfikir olmaktan yoksun kalmalarıdır Sonuçta, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle iki kutuplu dünya ortaya çıkmıştır.

Soğuk Savaş Döneminin Sonraki Döneme Etkisi

Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra  da dünyadaki tek süper güç olarak yerini korumuştur. Dünyadaki dengeleri düzenleyen ve süper güç konumunu muhafaza eden Amerika Birleşik Devletleri’nin başarılı olmasında Soğuk Savaş yıllarından başlayarak yıllar boyunca izlediği politik stratejiler etkili olmuştur. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş yıllarında izlenilen dış politika stratejileri Amerikan dış politikasının temelini oluşturmuş ve bu bakış açısı halen pek çok yönde devam etmektedir. Günümüz A.B.D dış politikasına bakarsak, Soğuk Savaş yıllarında izlediği politika itibariyle çok da fazla bir değişimin olmadığını görebiliriz.

Tarih tekerrür etmektedir: A.B.D.’nin temelde ekonomik, ayni zamanda siyasi nedenlerden dolayı Vietnam’a “barış sağlamak amacı ile” girmesi ve Vietnam Savaşı sonucunda ağır maddi ve manevi yenilgiye uğraması, A.B.D.’nin Irak harekậtında da aynı şekilde görülmektedir. A.B.D.’nin Irak’ta bulunan askerlerini geri çekmemesinin kuşkusuz maddi ve manevi sıkıntılar yarattığı ortadadır. Yeni seçilen A.B.D. başkanı Barack Obama’nın tutumu Irak’taki işgale son vermek yönündedir ve bunun sonucunda A.B.D.’nin Irak ve Afganistan’dan geri çekilmiştir. İkinci bir Vietnam olayı günümüzde tekrar yaşanmaktadır ve bundaki en büyük etmen kuşkusuz A.B.D.’nin Soğuk Savaş yıllarından beri izlediği dış politikaya bağlıdır.

Truman Doktirini

Sovyetler Birliği’nin genişleme ve etkisini çevredeki ülkelere yaymasından rahatsız olan ABD Başkanı Harry Truman, Komünizmle mücadele eden hükümetleri destekleme ve “containment” (bastırma) politikasını devreye soktu. Öncelikle Yunanistan’da komünistlerin, merkezi hükümete karşı güçlenmesini engellemek için Yunanistan’ın  merkezi hükümetine 300 milyon dolarlık mali yardım ve II. Dünya Savaşında kullanılmış silahları hibe etti.

Bu destek neticesinde Yunanistan’da komünistlerin zayıflama süreci başladı. Aynı zamanda Türkiye’nin de aynı “tehdit” altında olmasından dolayı ABD, Türkiye’ye 100 milyon dolarlık mali yardım ve askeri malzeme tedariki sağladı. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’deki boğazlarda ve Kars bölgesinde hak iddia etmesinden dolayı  “Batılılaşma” hedeflerinin de etkisiyle Türkiye Hükümeti, ABD ile müttefik olma yolunu seçti. Bu doktrinin yürürlüğe girmesiyle Soğuk Savaş tam olarak başlamış oldu.

Ayrıca II. Dünya savaşında Britanya’nın zayıflamasından dolayı ön Asya ve Ortadoğu da “boşluğu” ABD doldurma görevini üstlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin batıdaki sınırları bu şekilde netleşmiş oldu. Bu doktrinin işlemesi Marshall Planı’nın da hazırlayıcısı ve temel kaynağı oldu.

Marshall Planı

Amerika, Batı Avrupa’nın bu ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika’nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa’ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuştu. Fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi alanlarda kullanıldı. Bu verimli olmayan ve paranın gidip de gelmeyeceği alanlardı. Bu işin sonu yoktu. Bu sebeple Amerika, Avrupa’ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir nutukta açıklandı.

Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı. Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947’de Paris’te bir toplantı yapıldı. George Marshall, bu planına Sovyetlerle uydularını da dahil ettiği için, Paris Toplantısı’na Sovyetler de katıldılar. Ancak yapıcı bir katkıda bulunmak için değil, sabote etmek için. Sovyetler bunu da başaramayınca 2 Temmuzda konferansı terk ettiler.

Dış Yardım Kanunu

12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksenmburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç’in katılmasıyla toplanan 16’lar Konferansı 22 Eylülde, Amerika’ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika, 3 Nisan 1948’de Dış Yardım Kanunu’nu çıkardı. Amerika, bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16’lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı.

Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecekti. Dış Yardım Kanunu’nun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948’de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nı kurdular. Bu daha sonra Avrupa Birliği’nin de temelini oluşturdu. Marshall Planı’na karşılık Sovyetler de, uyduları ile kendileri arasındaki ekonomik münasebetleri ve işbirliğini sıkılaştırmak için Molotov Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardır.

Zira, bazı uydular ve bilhassa Çekoslovakya, Marshall Planı’na katılmak için büyük istek gösterdi. 1948 Şubatındaki Çekoslovak darbesinde bunun da büyük rolü olduğundan şüphe yoktur. Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall’ın ismine karşılık, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un adını alan yeni ekonomik işbirliği sistemi, komünist uydularının Sovyet kontrolü altına daha fazla girmesinden başka bir şey değildi.

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (Nato)

Savaştan sonra batı Avrupa Devletlerinin gücü Sovyetlere karşı gerekli dengeyi kurmaktan yoksundu. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin de bu savunma sistemini  desteklemesi gerekiyordu. Sonuçta Sovyetler Birliği’ne ve onun yayılmasıyla artan tehditlere karşı Amerika Birleşik Devletleri liderliğinde bir örgüt meydana geldi. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksenburg, Norveç, Danimarka, İzlanda, Portekiz, İtalya ABD ve Kanada arasında, 4 Nisan 1949’da Washington’da “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO)” kuruldu.

Bir savunma sistemi olan NATO’nun kurulmasıyla ilk defa olarak Sovyet yayılmasına ve tehdidine karşı etkili bir set kurulmuş, aynı zamanda caydırıcı bir güç meydana getirilmiş ve denge sağlanmıştır. Bu şekilde de batı güvenlik sistemi ve batı bloğu ortaya çıkmıştı. Dünyada iki bloğa dayalı güç denge sisteminin açıkça ortaya çıktığı bu tarihlerde dünyanın çeşitli bölgelerinde önemli olay ve gelişmeler sürerken aynı zamanda doğu ve batı bloklarını bir sıcak savaşla karşı karşıya getiren bir soru, Kore Savaşı patlak verdi.

Kore Savaşı

Kore 1910 yılında Japonya’nın egemenliği altına girmişti. Korelilerin bütün çabalarına rağmen, bu durum 1945 yılına kadar sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Müttefikler arasında yapılan Yalta ve Postdam Konferanslarında, Kore’den Japonları uzaklaştırma görevi Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’ne verilmişti. Bunun üzerine, 1945 yılında Japonya’nın yenilgiyi kabul edip, teslim olmasından sonra; Ruslar, Kore’nin kuzeyini, Amerikalılar da güneyini işgal ederek, 38’inci enlemi ara sınır olarak ilan ettiler.

Bu da Kore Sorunu’nun başlangıcı oldu. Amerika Birleşik Devletleri, Eylül 1945’te Güney Kore’yi işgal ettikten sonra, burada bir askeri yönetim; buna karşılık Sovyetler Birliği, kuzeyde kendi işgal bölgesinde, Kuzey Kore Halk Cumhuriyeti’ni resmen kurdu. Böylece Kore, birdenbire Kuzey Kore ve Güney Kore olmak üzere iki parça oldu. Bu ayrışım sonucunda karma komisyon kurularak Kore’yi birleştirme çabaları başladı ancak, 20 Mart 1946’dan itibaren Seul’de toplanmaya başlayan “Karma Komisyon”, taraflar arasındaki görüş ayrılıklarından dolayı, Kore’nin birleştirilmesi sorununu bir çözüme ulaştıramadı.

Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri, sorunu Birleşmiş Milletler’e götürdü.Bu karara Sovyet Rusya tepki gösterdi. Artık bu safhadan sonra da birleşme umutları iyice suya düşmüş vaziyetteydi. Buna karşılık, Birleşmiş Milletler kararı uyarınca Güney Kore’de 10 Mayıs1948’de seçim yapıldı ve 17 Temmuz 1948’de Güney Kore  Cumhuriyeti ilan edildi. Bunun üzerine de Kuzey Kore’de, 9 Eylül 1948’de Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti kuruldu.

Böylece, 1948 yılında Kore’de, biri Güney’de Birleşmiş Milletler gözetiminde, diğeri Kuzey’de Sovyetler Birliği desteğinde olmak üzere, iki ayrı hükümet kurulmuş oldu. Bundan sonra, aynı yıl (1948) içinde yine Birleşmiş Milletler kararı gereğince, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri, Kore’yi boşaltacaklarını açıkladılar. Ancak 1948’de Kuzey, 1949’da Güney Kore’de iki ordu kurulması, bunalımı daha da ağırlaştırmış, bir savaş ihtimalini artırmıştı.

Kore Savaşı’nın Başlaması

Nitekim 1949 yılında 38 inci enlem boyunca silahlı olaylar görülmeye başlandı. Sovyet Rusya Kuzey Kore ile ABD ise Güney Kore ile ittifak antlaşmaları imzaladılar. Böylece bu anlaşmaların yapılmasıyla; Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Kore’yi, Sovyetler Birliği ile Komünist Çin’in Kuzey Kore’yi destekledikleri ve korudukları açıkça ortaya konmuş oldu. Savaşın başlaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kore’ye hemen yardım göndermeye başlamış ve bundan Birleşmiş Milletler Örgütü’ne bilgi vermiş,  Güney Kore’ye yardım yapılmasını bütün üye devletlerden istemiştir. Güvenlik Konseyi’nin bu kararlarını, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne üye elli altı devletten elli üçü (Türkiye Cumhuriyeti de dahil) ilke olarak kabul etmiş, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Polonya reddetmiştir.

Yapılan mücadelelerde her iki tarafta 38. Enleme geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bunun üzerine Kuzey Kore’nin isteğiyle, 10 Temmuz 1951’de Birleşmiş Milletler Komutanlığı ile Kuzey Kore arasında mütareke görüşmelerine başlanmıştır. Ancak görüşmeler yapılırken savaş da sürmüştür. Sonuçta, mütareke Panmunjom’da 27 Temmuz 1953’te imzalanmıştır. Buna göre 38 inci enlem çizgisi sınır olacak, iki taraf arasında askersizleştirilmiş bir bölge ve bir askeri mütareke komisyonu kurulacaktı. Böylece üç yıl süren Kore Savaşı sona ermiş, ancak 38 inci enlem sınır kabul edilerek Kore, Kuzey Kore ve Güney Kore devletleri olmak üzere, ikiye bölünmüş halde bırakılmıştır. Kore Savaşı ile Kuzey Kore’nin, Güney Kore’yi işgal etmesi, yani komünistlerin

yayılması önlenmiş, ancak savaşın sonunda, yine savaşın öncesindeki statü kabul edilmiştir. Bu durumuyla bu savaş, yeni oluşan Doğu ve Batı bloklarını bu bölgede fiilen karşı karşıya getirmiş, bir bakıma karşılıklı güç denemesi olmuş, ancak birbirlerine büyük üstünlük sağlayamadan sona ermiştir.

Vietnam Savaşı

Fransızlar, Çinhindi’nin doğusuna, yani Vietnam, Laos ve Kamboçya’ ya 19. yüzyılın ortalarında yerleşmeye başlamışlar ve 1884’te ülkenin işgalini tamamlayarak egemenliklerini kurmuşlardı. Vietnam’da Fransızlara karşı bağımsızlık hareketleri ilk defa 193O’da başladı ve bundan sonra da devam etti. Ancak, Fransızların karşı koymasıyla ülkenin durumunda bir değişiklik olmadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya burayı işgal etti. Bu arada Vietnam’da Komünist Partisi kuruldu. Japonya, Mart 1945’te, Vietnam’daki Fransız yönetimine son verdi. Ancak, aynı yılın Ağustos ayı içerisinde Japonya’nın yenilgiyi kabul etmesi üzerine, burada bir boşluk meydana geldi.

Fransa, savaştan sonra eski sömürgelerini, bu arada Çinhindi’ndeki Vietnam, Laos ve Kamboçya’yı yeniden kontrol altına almak için harekete geçti. Bunun üzerine, 1946’dan itibaren Fransızlar ile Vietnamlılar arasında büyük bir mücadele başladı. Fransızlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin yardımına rağmen büyük kayıplara uğradılar ve bir sonuç elde edemediler. Bunun üzerine Nisan 1954’te; Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, İngiltere, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ile, Vietnam, Laos, Kamboç temsilcilerinin katılmasıyla toplanan Cenevre Konferansı’nda, 20 Temmuz 1954’te, bir ateşkes anlaşması imzalandı ve ülke iki bölüme ayrıldı. Kuzeyde, Hanoi

başkent olmak üzere Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, güneyde ise, Güney Vietnam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Fransa bu bölgeden çekilmiş oldu. Bu gelişmeler üzerine Amerika Birleşik Devletleri Güney Vietnam’ı desteklemeye başladı. Biraz sonra da Çinhindi’nde yeni ve büyük olaylar başladı. Özellikle 1965’ten itibaren gelişen ve dünya kamuoyunda büyük yankılar uyandıran Vietnam Savaşı, Nisan 1975’te, Amerika Birleşik Devletleri’nin buradan çekilmesine ve Saygon Hükümeti’nin Vietkong’a kayıtsız şartsız teslim olmasına kadar sürdü.

Küba Meselesi

Birleşik Devletler, 1960’larda ve 1970’lerde komünist ülkelerle sürekli ve sert bir sürtüşme içine oldu. Bu süre boyunca pek çok Amerikan lideri dünyayı Soğuk Savaş koşullarına göre değerlendirdi ve algıladıkları Sovyet bloku tehditlerine karşı koymaya çalıştı. Kennedy yıllarında Küba bir savaş alanı oluşturdu. Fidel Castro’nun devrim ordusu 1959’da iktidarı ele geçirip Sovyetler Birliği’nin desteğini kazandığından beri Küba ile ilişkiler gerginleşmişti.

Kennedy göreve başlamadan hemen önce Birleşik Devletler Küba ile diplomatik ilişkilerini kesti ve Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) Kübalı sürgünleri anavatanlarını işgal etmeleri ve bir ayaklanmaya yol açmaları amacıyla eğitmeye başladı. 1961 ilkbaharında Domuzlar Körfezi’ne yapılan saldırı büyük bir başarısızlığa uğradı. Eisenhower yönetimince hazırlanan planı onaylamış olan Kennedy bozgunun sorumluluğunu üstlendi. Bunu izleyen yıl, yitirdiği saygınlığı yeniden kazanmak isteyen Kennedy, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya gizlice nükleer saldırı füzeleri yerleştirmeye başladığını öğrenince kararlı davrandı. Çeşitli seçenekleri

inceledikten sonra, Sovyet gemilerinin Küba’ya yeni füzeler getirmelerini engellemek için karantina ilan etmeye karar verdi ve Sovyetlerin bu silahları geri çekmelerini talep ettiğini açıkladı. Dünyanın o güne kadar olmadığı kadar nükleer savaşa yaklaştığı gerilim dolu birkaç gün geçtikten sonra Sovyetler geri adım attı. Destekçileri Kennedy’nin cesaretini alkışladılar; eleştiricileri ise onu, sessiz diplomasinin daha uygun olabileceği bir sırada nükleer felaket riskini göze almakla suçladılar.

Buna karşın, geriye bakıldığında, iki taraf ta doğrudan askeri çatışmaya yol açabilecek gerginliklerin azaltılması gereğini anladıkları için, Küba füze bunalımının ABD-Sovyet ilişkilerinde bir dönüm noktası oluşturduğu görülür. Bunu izleyen yıl, Birleşik Devletler, Sovyetler Birliği ve Büyük Britanya, belirleyici bir gelişme olan ve atmosferde nükleer silah denemelerini yasaklayan bir Sınırlı Deneme Yasağı Antlaşması imzaladılar.

Uzayda Sovyet ABD Çekişmesi

Sovyetler Birliği 1957’de, bir yapay uydu olan Sputnik’i fırlattıktan sonra uzay bir başka rekabet alanına dönüştü. Sovyetler bir nükleer silahı kolaylıkla yörüngeye taşıyabilecek bir roketi onlardan önce fırlatınca Amerikalıların gururu kırıldı. Birleşik Devletler ilk uydusu olan Explorer I’i ancak 1958’de uzaya gönderebildi. Sovyetler 1961’de ilk kez bir insanı yörüngeye yerleştirince halkın cesareti daha da kırıldı. Kennedy buna karşılık olarak, “on yıl geçmeden önce” Birleşik Devletler’in aya insan gönderip geri Getireceğine söz verdi.

John H.Glenn Ağustos 1962’de Mercury Projesi çerçevesinde Dünya yörüngesinde dolaşan ilk ABD astronotu oldu. ABD bilim adamları 1960’ların ortalarında, uzayda uzun süre uçmanın insan üzerindeki etkilerini incelemek için Gemini programını oluşturdular. Latince’de “ikizler” anlamına gelen Gemini programı uyarınca uzaya iki, yani bundan önceki Mercury dizisinden bir fazla ve bunu izleyen Apollo uzay gemilerinden bir eksik astronot gönderildi.

Gemini çerçevesinde bazı gelişmeler ilk kez yaşandı. Bunlar arasında, Ağustos 1965’te o zamana kadar yapılan en uzun uzay uçuşu olan ve sekiz gün süren bir görev başarıldı ve Kasım 1966’da da dünya atmosferine ilk kez otomatik kontrollü dönüş gerçekleştirildi. Gemini’de ayrıca, insan taşıyan iki uzay gemisi ilk kez uzayda kenetlendi ve ABD astronotları ilk kez uzayda “yürüdüler.” Apollo projesi Kennedy’nin amacını gerçekleştirdi.

Temmuz 1969’da Neil A.Armstrong ay yüzeyinde yürüyen ilk insan oldu ve onu yüz milyonlarca kişi televizyonda izledi. Bunu başka Apollo uçuşları izledi; fakat, pek çok Amerikalı, insanlı uzay uçuşlarının taşıdığı değeri sorgulamaya başladı. 1970’lerin başlarında, diğer önceliklerin baskısı artınca, Birleşik Devletler uzay programını yavaşlattı. Bazı Apollo uçuşları iptal edildi; planlanan Skylab uzay istasyonlarından sadece bir tanesi kuruldu.

Vatandaşlık Hakları Hareketi

Siyah Amerikalıların eşitlik elde etme çabaları 1960’ların ortalarında en üst noktasına erişti. 1950’lerde birbiri ardından kazanılan zaferlerden sonra, siyahlar kendilerini şiddete yönelik olmayan doğrudan harekete daha da çok adadılar. Siyah din adamlarından oluşan Güneyli Hıristiyan Önderler Konferansı ve genç eylemcilerden kurulu Şiddet Yanlısı Olmayan Öğrenciler Eşgüdüm Komitesi benzeri guruplar barışçı karşı koyma eylemleri yoluyla reform elde etmeye çalıştılar. Yine de vatandaşlık hakları hareketine ilişkin konuşmalar başlangıçta bir ilerleme sağlamakta başarısız kaldı.

Başkan Kennedy, vatandaşlık hakları konusundaki desteklerini sağlamak için önceleri Güneyli beyazlara baskı yapmakta isteksiz davranıyordu; çünkü, başka sorunlarda da onların oylarına gereksinimi vardı. Buna karşın, olaylar Başkan’ı zorladı. 1962’de James Meredith ırkı yüzünden Mississippi Üniversite’sine kabul edilmeyince, Kennedy yasaların uygulanması için oraya federal birlikler gönderdi. Alabama’nın Birmingham kentinde ayırımcılık karşıtı protestolar polisin şiddete baş vurmasına yol açınca da Başkan Kongre’ye, kamuya açık yerlerin birleştirilmesi amacıyla yeni bir yasa taslağı sundu. Buna karşın, “Washington’a Yürüyüş” bile ilgili kongre komitesince bir önlem alınmasını sağlayamadı. Kennedy  öldürüldüğünde, anılan yasa taslağı hala bekletiliyordu. Başkan Johnson bu konuda daha başarılı oldu.

Johnson ve Malcolm X

Texaslı bir Güneyli olan Johnson, başkanlık seçimlerine katılmaya karar verince kendini vatandaşlık hakları konusuna adadı. 1963’te Kongre’de şunları söyledi: “Başkan Kennedy’i anmak için yapılacak hiçbir konuşma ya da övgü, Vatandaşlık hakları yasasının en kısa sürede onaylanması kadar saygın bir davranış olmayacaktır.” Johnson tüm gücünü kullanarak, görüşmelerin sınırlanması konusunda Senato’yu ikna etti ve tüm kamuya açık mekanlarda ayırımcılığı yasaklayan 1964 tarihli Vatandaşlık Hakları Yasası’nın onaylanmasını sağladı. Bunu izleyen yıl da, 1965 tarihli Oy Kullanma Hakları Yasası’nın çıkarılması için uğraştı.

Anılan yasaya göre, siyahların kaydının yerel yetkililer tarafından olanaksız kılındığı yerlere, seçmen kaydı yapılması amacıyla denetçiler atanacaktı. Yasanın onaylanmasını izleyen yıl, tutucu Güney eyaletlerinde 400.000 siyah kayıt yaptırdı; 1968’de bu sayı bir milyona erişti ve ülke genelindeki seçilmiş siyah görevlilerin sayısında büyük bir artış izlendi. Kongre son olarak 1968’de yerleşimde ayırımcılığı yasaklayan yasaları onayladı. Anılan tüm yasama faaliyetine karşın bazı siyahlar gelişmelerin hızı konusunda sabırsızlık gösteriyorlardı. Etkili konuşmalar yapan eylemci Malcolm X, siyahların beyaz ırktan tümüyle ayrılmasını savunuyordu.

Stokely Carmichael

Bir öğrenci lideri olan Stokely Carmichael de, şiddete başvurmama ve ırklar arası işbirliği görüşleri karşısında düş kırıklığı duyuyordu. Hangi yoldan olursa olsun siyahların gücünün sağlanması gerektiğini söylüyordu. Reformlar konusundaki aşırı taleplere şiddet olayları eşlik etti. 1966 ve 1967’de birkaç büyük kentte ayaklanmalar patlak verdi. Martin Luther King 1968 ilkbaharında bir katilin kurşununa kurban oldu. Birkaç ay sonra, ezilenlerin sözcülüğünü yapan, Vietnam Savaşı’na karşı çıkan ve öldürülen Başkan’ın kardeşi olan Senatör Robert Kennedy’de aynı akıbete uğradı.

Pek çok kişiye göre bu iki cinayet, vatandaşlık hakları ve savaş karşıtı hareketlerde masumiyet ve idealizm döneminin sona erdiğini gösteriyordu. Solda giderek artan aşırılık ve kaçınılmaz olarak bunun karşısında gelişen muhafazakar tepki ulusun ruhsal yapısında büyük bir yara açtı ve bunun iyileşmesi için yıllar geçti. Richard Nixon başkan olunca federal hükümetin vatandaşlık hakları konusundaki kararlılığı zayıfladı.

Nixon Dönemi

Nixon siyasal tabanını, siyahların eşitliği hareketinde gerektiğinden çok ileri gidildiğini düşünen muhafazakar beyazlara dayandırmaya kararlıydı. “Güney stratejisi”, yönetimin iskan için ayrılan ödeneği kesmesine ve 1970’te de, başarısız bir biçimde, 1965 tarihli Oy Kullanma Hakları Yasası’nın genişletilmesini engellemeye çalışmasına yol açtı. Yüksek Mahkeme’nin 1971’de, eğitimde ayırımcılığı kaldırmaya yönelik bir önlem olarak siyah çocukları okula otobüsle götürmeye (busing) izin verilebileceğini kararlaştırması üzerine Nixon buna karşı çıktığını televizyonda açıkladı ve bu konuda Kongre’nin bir moratoryum ya da engelleme kararı almasını sağlamaya çalıştı. Bu konuda başarı kazanamadı, fakat, görüşünü açığa vurmuş oldu.

Yüksek Mahkeme 1974 yılında Milliken-Bradley davasında, kent merkezindeki siyah öğrencileri çoğunlukla beyaz öğrencilerin eğitim gördüğü banliyö okullarına götürme çabalarının yasalara aykırı bulunduğuna karar verince otobüsle öğrenci taşıma yönteminin karşıtları bir zafer kazanmış oldular. Azınlıklara öncelikli işlem yapılmasının yarattığı tepkiler, Yüksek Mahkeme’nin 1978’de verdiği bir karar üzerine daha da açığa çıktı. Allan Bakke adında bir beyaz, California’daki bir tıp fakültesine yaptığı baş vurunun, azınlık mensuplarına kontenjan ayrılması yüzünden geri çevrildiğini iddia etti.

Mahkeme, artık kontenjan uygulanamayacağı için, baş vurunun kabul edilmesini emretti; ancak, seçme yapılırken ırksal durumun göz önüne alınabileceğine karar verdi. Tüm bunlara karşın, anılan kargaşalı yıllarda olumlu eylem (affirmative action) ve otobüsle öğrenci taşınması konularındaki görüş ayrılıkları, pek çok Afrikalı Amerikalı’nın orta sınıfa yükselmelerinin ve banliyölere yerleşmelerinin kesintisiz bir biçimde sürdüğünü zaman zaman gözlerden sakladı.

Soğuk Savaşın Sonu

1980’lerin sonlarında süper güçler arasındaki ilişkilere Doğu Avrupa’da ortaya çıkan karışıklıklar yön verdi. Birleşik Devletler ve dünya, demokratik reformlara yönelik halk ayaklanmalarının bölgenin tümünde komünist hükümetlerin yıkılmasına yol açışını izledi.

1989’da Malta’da Bush ve Gorbachev arasında yapılan başarılı doruk toplantısına karşın, 1990’da ABD Sovyet ilişkilerinde sağlanan olağanüstü gelişmeleri pek az kişi önceden tahmin edebilmişti. Başkan Bush Ocak ayında yaptığı Birlik’in Durumu konuşması sırasında, Avrupa’’a görevli asker sayısını 195.000’e indirmeyi düşündüğünü açıkladı. Bush yönetimi Şubatta, silah kontrolü ve Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi konularında Sovyetlerle görüşmeler yaptı. Yedi ay içerisinde, çok sayıda ikili ve çok taraflı görüşmelerden sonra, Sovyetler Birliği savaş zamanına ilişkin hak iddialarından vazgeçti ve NATO üyesi olan bir birleşik Almanya kurulmasını kabul etti. Almanya’ya ilişkin Sonuç Antlaşması 12 Eylülde Moskova’da imzalandı.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın (AGİK) üç gün süren doruk toplantısı sırasında 19 Kasım 1990 tarihinde, Başkan Bush ve 21 ülkenin devlet başkanları Avrupa’da Konvansiyonel Silahların İndirilmesi Antlaşması’nı imzaladılar. En karmaşık ve iddialı silah indirimi anlaşmalarından biri olan Antlaşma, NATO ve eski Varşova Paktı üyesi ülkelerin Atlas Okyanusu’ndan Ural dağlarına kadar uzanan bölgede yayılmış olan binlerce tankını, uçağını ve topunu kapsıyordu.

Ardından 31 Temmuz 1991’de, Birleşik Devletler Sovyetler Birliği’yle son büyük silah kontrolü anlaşmasını yaptı ve Başkan Bush ve Gorbachev, tarafların nükleer silah stoklarında yüzde 30-40 arası indirim yapılmasını gerektiren ve uzun süreli görüşmelere neden olan Stratejik Silahların İndirilmesi Antlaşması’nı Moskova’da imzaladılar. Yine de, Başkan Bush ile yeni Rusya Federasyonu’nun başkanı Boris Yeltsin’in 2003 yılına kadar tüm çok başlıklı nükleer silahların tümüyle yok edilmesi konusunda anlaşmaları, anılan bütün indirimleri gölgede bıraktı.

İki anlaşma sonucu, nükleer başlıkların sayısı üçte iki indirilecek, yani 21.000 iken 6-7.000 dolayında olacaktı. Nükleer malzemenin yok edilmesi ve her zaman var olan nükleer silahların yayılmasına ilişkin endişeler, Washington ile Moskova arasında nükleer çatışma çıkması olasılığını ortadan kaldırdı. Soğuk savaş gerçekten sona ermişti.

Soğuk Savaş Sonrası Amerika

Amerika Birleşik Devletleri soğuk savaş sonrası bir şekilde sürekli düşmanlar üreterek silah endüstrisinin verimliliğini ve Amerikan Askerinin güç gösterisini sürdürmeyi amaç edindi. Bunun sonucunda Irak’a 2 kez saldıran Amerika, 1 kez de Afganistan’a saldırarak bölgenin demografik, siyasi ve ekonomik yapısını tamamen değiştirdi. En son Suriye’de PYD/PKK aracılığıyla endirekt olarak varlığını sürdüren Amerika Birleşik Devletleri’nin demir perdenin yıkılışının ardından doğrudan öldürdüğü veya ölümüne sebep olduğu insan sayısının yaklaşık 8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.

Birinci Körfez Savaşı

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yarattığı coşku 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle gölgelendi. Birleşik devletler ve genelde Batı ülkeleri petrol gereksinimleri için büyük ölçüde bu bölgeye bağlı kaldıkları için, Irak’ın Kuveyt’i kontrolü altına alması ve bunun Suudi Arabistan ve diğer daha küçük Körfez devletleri karşısında yarattığı tehlike, ABD’nin yaşamsal çıkarlarını tehdit ediyordu.

Başkan Bush bu davranışı şiddetle kınadı ve Irak’ın derhal ve koşulsuz olarak çekilmesini istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yaptığı olağanüstü toplantıda Irak’ın kınanması, bir ateşkes için baskı yapılması ve Irak birliklerinin Kuveyt’ten çekilmesi oy birliğiyle karara bağlandı. Güvenlik konseyi Irak’a Kuveyt’ten çekilme süresi tanıdı. Ancak Irak bu süreyi tanımadığından dolayı Birleşmiş Milletlerce verilen sürenin sona ermesinin üzerinden 24 saat geçmeden savaş başladı.

ABD öncülüğünde yapılan ve bir aydan biraz uzun süren yıkıcı hava saldırıları sonucunda, Birleşik Devletler, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Suudi Arabistan ve Kuveyt ülkeyi kurtarmayı başardılar. Bunun ardından, zırhlı ve havadan indirilmiş piyade birlikleri Kuveyt’i ve Irak’ı işgale başladılar. Müttefik askerleri, büyük hızları, hareketlilikleri ve ateş güçleri sayesinde sadece 100 saat süren bir kara savaşı sonunda Irak birliklerini bozguna uğrattılar.

Birleşik Devletler ve müttefikleri amaçlarına erişmişlerdi; fakat, zafer tamamlanmamıştı. Saddam Hüseyin iktidarda kaldı ve savaştan sonra ayaklanmış olan kuzeyli Kürtleri ve güneyli Şiileri acımasızca bastırdı. Iraklılar tarafından bilerek başlatılan petrol kuyusu yangınlarının söndürülmesi Kasım 1991’e kadar sürdü. Saddam rejimi ayrıca, Güvenlik Konseyi kararları uyarınca, aralarında nükleer tesisler ve büyük kimyasal silah depoları da bulunan kitle imha silahlarını bulup yok etmekle görevlendirilen Birleşmiş Milletler denetçilerinin çalışmalarını da engellemeye çalıştı.

Afganistan’ın İşgali

Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgali, Ortadoğu’da radikal İslam’ın yükselişiyle beraber bir Amerikan karşıtlığını da beraberinde getirdi. Ortadoğu’da İran’ın Suudi Arabistan karşısında etkin bir rol oynaması ve Suudi Arabistan’ın Amerikan yanlısı olması sonucu, Amerika karşıtları kendisini İran’ın yanında buldu.

11 Eylül 2001 yılında meydana gelen İkiz Kulelere saldırı, Amerika’nın Ortadoğu’yu dönüştürme çabalarında Afgaistan’a girmesine zemin hazırladı. Afganistan’da bulunan Taliban Rejimi bu saldırıların faili olarak gösterildi ve Amerika Birleşik Devletleri Afganistan Saldırısını başlattı.

İkinci Körfez Savaşı

Amerika’nın Afganistan’dan sonra tekrar Irak’a yönünü çevirmesi, Saddam Hüseyin’in kesin olarak devrilmesini amaçlamaktaydı. 1. Körfez Savaşı’nda Kuveyt’ten el çektirilen Irak ve lideri Saddam Hüseyin üzerinde “kimyasal ve nükleer silahların varlığı” iddiası üzerinden tekrar bir saldırı gerçekleştirdi.

Bu saldırı dünyada belki de “naklen canlı” yayınlanan ilk ciddi savaştı. Sonuç olarak Amerika Birleşik Devletleri kurulduğu andan itibaren her alanda etkin bir rol oynamış ve iki dünya savaşında da özellikle II. Dünya savaşında etkin, müdahaleci bir rol oynamıştır. Bu süreçten itibaren dünya siyasetine yön vermeye çalışmış ve bunu da başarmıştır. II. Dünya savaşından sonra dünyada rakip olarak karşısına dikilen Sovyet Rusya’yı bertaraf etmiş ve dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin mimarı olmuştur ve bu durum günümüzde de çeşitli farklarla beraber devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir