Türkçülük ve Turancılık Nedir?

Ön Asya, Afrika, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinin en önemli kısmını altı yüz yıl yönetimi altında tutan; birçok farklı dil, din ve ırkı bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle, Türk Milleti, Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurdu. Yeni yönetimin siyasal tercihini Cumhuriyet’ten yana kullanmasıyla, Türkiye halkı, eşit hukuka sahip olan Türk vatandaşlarından oluşmuş ve hâkimiyet kayıtsız şartsız halka ait olmuştur. Osmanlı ülkesinde, batıdan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasi yol tasavvur ve takip edildi: Birincisi, Osmanlı Hükümetine tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti Hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün İslamları söz konusu hükümetin iradesinde siyaseten birleştirmek. Üçüncüsü, ırka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmek, yani Türkçülük.

Geçtiğimiz yıllarda yüzüncü yılını kutladığımız II. Meşrutiyet Osmanlı topraklarını korumak ve ilerletmek isteyen ve bunu başarmak için değişimi çağdaşlık boyutunda zorunlu gören Osmanlı siyasal elitinin son bir hamlesidir. Fakat son yılları olumsuz durumlarla dolu Osmanlı tarihinin dönüşü olmayacak kadar zorlu bir virajda olduğu yaşanan siyasal gelişmelerle kendini göstermektedir.

Türkçülüğün Tarihi

Türkçülüğün siyasal gündeme yavaş yavaş sızdığı ve Türkçülerin bir varoluş savaşına girdikleri bu dönemi Hüseyin Cahit Yalçın şöyle betimler: “Meşrutiyet tarihi, tehlikeyi anlayan Türk’ün, unsurlar tutara içinde boğulmamak için çırpınmasının tarihidir. Bu yük, bir ölümlü insan omuzlarının kaldıramayacağı kadar ağırdı. Bu; depremler, kasırgalar, hortumlar, taşkınlar gibi doğal afetlere karşı koymaya benzer umutsuz bir savaşmaydı. Üstelik bu devler kasırgasına girişecek adamlar, böyle müthiş bir iş için, hiç hazırlanmamış, görgüsüz, bilgisiz, düşçü gençlerdi.”

Ancak bu görgüsüz, bilgisiz ve düşçü gençlerin inatçı tavırları, sarsılmaz azimleri, korkusuz yürekleri ve Türklük için harcayacak sonsuz emekleri vardı. Dernekler kurulur, dergiler yayınlanır, başarılı başarısız birçok girişini ortaya çıkar. Ütopyanın Türkçü yüzüne ait ilk bilgiler satır aralarında, belli belirsizdir.

Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyasetinde sorunlaştırdığı ve tartıştığı noktadan Ziya Gökalp Türkçülüğün meselelerini tarihin, felsefenin ve yeni gelişen sosyoloji ve antropoloji disiplinlerinin imkânları ölçüsünde çözümlemeye girişir. Türkçülük, ilhamını gelişen tarih biliminin de etkisiyle Orta Asya’ya dayanan bir modelden aldı. Bunun için gerçekleştirilen çalışmalar Türk kelimesinin kökenini inceledi ve Göktürk Kitabelerine ilgi arttı. Ancak o dönemdeki Türk milletinin tarihi hakkındaki bilgiler bugünkünden daha azdı. Bu yüzden gerçekleştirilen çalışmalar kökenleri tespit etmek için yapıldı.

Tarihte “Türk” Kavramı

Bugün ilim dünyasında, “Türk” adının M.S. 552 yılında Göktürkler tarafından kurulmuş olan devlet ile ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Türk soyundan gelen ve Türkçe konuşan topluluklar şüphesiz ki çok eskiden beri mevcuttu. Orta Asya da eskiden beri Türkçe konuşan ve Türk soyundan gelen Hunlara bağlı topluluklar bulunmaktaydı. Türklerin böylece tarihte eski bir millet olduğu düşüncesi birçok tarihçi ve dilciyi “Türk” adını en eski tarih kaynaklarında aramaya götürmüştür.  Türk adının çok eskiden beri mevcut olduğu kana­atinin hâkim bulunduğu zamanlarda bu ad eski Çin kaynaklarında da aranmıştır. Böylece Çin yıl­lıklarında M.Ö. 2. bin ortalarından itibaren göründüğü “Tik” kavminin, telaffuz bakımından “Türk”e yakınlığı sebebi ile, “Türk” kelimesinin Çincedeki ilk şekli olduğu ileri sürülmüştür.

Türklerde Türk Kelimesi

Türk günümüzde, aynı dili konuşan, ortak geçmişlerinde belirli özellikler kazanmış insanların da ortak adıdır. Türk, hemen her devirde, daha altta aynı isimler alabilen küçük kitlelerin üzerinde birleştirici büyük bir hüviyet de kazanmıştır. Zira günümüzde sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok başka yöresinde, aynı dili konuşan, aynı karakteristikleri gösteren ve bu eserde ayrıntılı olarak söz konusu edeceğimiz aynı kültüre sahip insanlar vardır. Türk; böylece Azerî, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur, Tatar, Saka ve benzeri isimlerin üzerinde genel ve birleştirici bir ad olmaktadır.

Tarih sahnesinde il defan gösteren Türk boyunu önceleri Çince yazılışı Tu-kiu adıyla tanımaktayız. Bu adın içinde ya tekil olan Türk yâda büyük bir olasılıkla çoğul olan Türük kelimesi gizlidir. Yaklaşık 581 yılında bir yazıtın ortaya koyduğu gibi bu sözcüğün Sogdcası Trwk’tür. En sonunda bu isim, gerçek haliyle, Türk ya da Türük yazılımıyla 8. yy. ait büyük yazıtlarda yer alır. Türk kelimesi güçlü yâda güçlüler anlamına gelmektedir ve hiç şüphesiz bu sıfat kavime yâda boya ilişkin bir özelliğe değil, siyasal bir örgütlenmeye gönderme yapmaktadır. Bu isim ileride sadece bulunduğu coğrafyaya değil tüm dünyada büyük bir şöhrete sahip olacaktır, çünkü günün birinde Müslümanlar Tu-kiulerden başka boyların da aynı dili konuştuğunu fark edip hepsine Türk ismini verir. Bu adlandırma çokta hatalı değildir, zira doğunun tüm dünyanın dikkatini çeken parlayan yıldızı Tu-kiuler Türkçe konuşanların dünyasına müthiş bir damga vurmuşlar ve canlanma getirmişlerdir.

Türkçülüğün Tarihi

Osmanlı Devleti’nin kurucuları ve Osmanlı hanedanı Türk ise de devlet bir milli devlet değildi. Osmanlı Devleti, idare ettiği bütün ırk, din ve mezhep mensuplarını Devlet ve Tebaa kavramları etrafında birleştirmişti. Fakat Avrupa’da yayılan ve büyük devletlerce kışkırtılan milliyetçilik, Osmanlı Devleti’ne karşı bir silah olarak kullanılmaktaydı. Yeni Osmanlılar, Osmanlıcılığa bel bağlamalarına rağmen Mebusan Meçlisi’nde gayrimüslim ve birçok azınlık mensuplarının kendi etnik davalarından vazgeçmediklerini gördüler. Bunun üzerine onlar İttihad-ı İslam, Vahdet-i İslamiye kavramlarına sarıldılar. İşte bu dönemde Türkçülük fikri kuvvet kazanmaya başladı.

Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa’da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığıdır. 19. yüzyıla kadar Osmanlı edebiyatında Türk terimine nadiren rastlanırdı. Yüzyıllar boyunca Türk sözcüğünü, Osmanlıları kast ederek, sadece Batılılar kullanmışlardı. Başlangıçta Türkçülük üzerinde uğraşanlar da Türkler değil, Avrupalı Yahudiler, Macarlar ve Rusya kökenli Türkler olmuştu. Başta Kırım ve Kafkasya olmak üzere Rusya’dan Osmanlı ülkesine göç edenler burada Osmanlı olmayan Türkler konusunda bir bilinçlenmeyi başlattılar. Rusya’da Rus aydınları arasında kullanılan “Batıcılar”, “İslavcılar”, “Rusçular” terimlerinin etkisi altında o gelenekten gelen Rusyalı Türkçüler karşıtlarına Batıcı, İslamcı adlarını takınca, onlar da karşılık olarak (ve başlangıçta alay etmek için) onlara Türkçü adını taktılar.

Türkçülerde Osmanlıcılık

Batıcılar ve İslamcılar arasında Osmanlılık hâlâ bir gerçeklik olarak alındığı halde Türkçülerin hepsi için böyle değildi. Çarlık yönetimi altındaki milliyetçilik geleneğinden gelen Türkçüler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmeye mahkum olduğunu; Ermeni, Rum, Makedon, Arnavut, Arap uluslarının davalarının haklı olduğunu açıkça yazmakla birlikte, Rusya’daki Türk ya da Tatar, Ukrayna, Polonya, Baltık milletleri ve hatta Musevi cemaat davalarına sempati gösterdikleri bilindiğinden bu üç düşün çığırının en radikali olarak gözüküyorlardı. Bundan ötürü Türkçüler bir süre Osmanlı hükümeti tarafından kovuşturmaya uğramışlardır. Ancak Osmanlıcı Ziya Gökalp’in Türkçülüğü Rusya Türkçülüğünden çıkarıp yine Osmanlılık altında öteki iki çığırla kaynaştırarak İttihat ve Terakki’nin Batıcı- İslamcı- Milliyetçi karması ideolojisi haline getirmesinden sonradır ki Türkçülük itibarlı bir anlam kazandı ve hükümetçe değilse bile partice desteklenmeye başlandı.

Osmanlı’nın Son Dönemlerinde Ortaya Atılan Fikir Akımı Olarak Türkçülük

Osmanlı’nın son dönemlerinde imparatorluğun çöküş aşamasında olmasından dolayı devletin bekasını korumak için çeşitli fikirler öne çıktı. Bu fikirler içerisinde Osmanlıcılık ve Ümmetçilik akımları devletin bütününü korumayı amaçlarken, yükselen milliyetçilik akımından dolayı artık Osmanlı’nın bütün topraklarını korumasını mümkün görmeyenler diğer kendi devletlerini kuranlar gibi Milliyetçilik akımına sarılması gerektiğini düşündüler. Bu akımın adını da Türkçülük koydular. Türkçülük ise daha sonra Orta Asya Türklerine yönelinmesi gerektiği düşüncesiyle beraber Türkçülük- Turancılık olarak benimsendi. Bu sayede eldeki topraklar kaybedilecek ama tekrar bir imparatorluk olunabilecekti.

Osmanlı Son Dönemine Genel Bir bakış

Osmanlı Devleti, 17. Yüzyılın sonlarına doğru kaybedilmekte olan savaşlarla tanışmaya başlayacaktır. Kaybedilen savaşlar, ekonomik ve sosyal hayatı da olumsuz yönde etkilemekteydi. Mahrum olunmaya başlaya savaş gelirleri ile askeri giderlerin karşılanması mümkün olmadığı gibi, tüketime intikal ettirilme imkânları da ortadan kalkmış oluyordu. Buna karşılık yüzyıllardır Osmanlı ile mücadele içinde olan Batı dünyası, Reform ve Rönesans ile başlayan bir hamle ile Protestanlıkla, hareketlerinden de hız alarak, temelinde sömürgeciliğin bulunduğu bir sıçrama yapacaktır.

Üç Tarz-ı Siyaset

Üç siyaset tarzı, ulus- devlet anlayışı model alınarak bir devlet kurma girişimleri olup Osmanlı ıslahatçılarının 19. Yüzyılda çözümlemeye çalıştıkları üç sorun haline gelmiştir. Bunlar gayr-i Müslim grupların ulus devlet içinde bütünleştirilmesi, merkez dışında kalan Müslüman unsurlar için aynı bütünleşmeyi sağlayarak, devletin mozaik yapısına düzen vermek, ulusal topraklardaki bu birbirinden ayrı öğelerin siyasal sisteme anlamlı bir faydasının olması durumuna getirmektir.

Dikkat edilirse bu sorunlar, o dönem için mühim bir sorun ve öncelikle çözüm aranması gereken unsurlardır. Çünkü  daha önceleri Osmanlı’da ırk ve ulus kavramı yoktu. Özellikle kimlik sorununun ortaya çıkışı, 18. yy. sonlarından itibaren ortaya çıkan sistem sorunlarıyla ilgilidir. II. Viyana kuşatmasıyla birlikte ortaya somut olarak çıkmaya başlayan, Fransız açıdan yenidir; buna mukabil bir hayat tarzı ve toplum düzeni olarak Osmanlıcılık anlayışı İhtilalı’yla ivme kazanan ve siyasal bir program haline gelen Ulusçuluk, Milliyetçilik tarihsel geliştirilmiştir.

Fransız İhtilali’nin Etkisi

Çağımızda toplumu bir arada tutma fonksiyonunu yerine getiren milliyetçilik geniş kapsamlı bir siyasi ideoloji olarak Fransız İhtilalı ile beraber gündeme gelmiştir. Milliyetçiliğin yayılması, İngiltere, Fransa ve İspanya’nın ardından Avrupa’da İtalya ve Almanya gibi yeni güç merkezleri olarak milli devletlerin doğuşuna yol açarken, diğer taraftan doğrudan çok milletli devletleri tehdit eden bir gelişme olmuştur. İşte bu sebeple Avrupa’daki gelişmelerin dışında düşünemeyeceğimiz çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemekte gecikmemiştir. Osmanlı İmparatorluğunda milliyetçilik başta Hıristiyan unsurlar arasında yayılmaya başlamıştır. Hürriyet fikriyle desteklenen milliyetçiliğin gayrimüslimler arasında yayılması, Osmanlı Devleti’nde ayaklanmalara yol açarak devletin bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır.

Osmanlı devlet adamları milliyetçilik cereyanını başta Batı’nın bir iç problemi olarak görmüşlerdir. Ancak çok geçmeden 19. Yüzyıl dünyasında büyük değişiklik yapacak olan milliyetçiliğin gücünü iç isyanlarla yavaş yavaş anladılar. Bu durum karşısında Osmanlı gayrimüslimleri tarafından savunulmaya başlanan millet fikri İmparatorluktaki bütün unsurlar arasındaki bağları sağlamalaştırarak devletin dağılışını durdurmak isteyen Osmanlı aydınlarının dikkatini çekti. Avrupa’da Fransız İhtilalı’ndan sonra yayılan vatan, millet, hürriyet ve eşitlik gibi kavramların Osmanlı tebaası arasında yayılmaya başlaması sonucu Hıristiyan tebaanın bağımsızlık kazanarak İmparatorluktan birer birer ayrılmalarından sonra, buna tepki olarak Türk milliyetçiliği de doğmaya başlamıştır.

Türkçülük Nedir?

Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde, Türkçülüğün özünü anlamak için, millet adı verilen topluluğun tanımını bilmek gerekir. Millet hakkındaki çeşitli görüşleri inceleyelim. Irkı esas alan Türkçülere göre millet, ırk demektir. Irk kelimesi, gerçekte zoolojinin bir terimidir. Her hayvan türü anatomik özellikleri açısından birtakım tiplere ayrılır. Bu tiplere ırk adı verilir. Mesela at türünün Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan birtakım anatomik tipleri vardır. Millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin belirlediği bir topluluk değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur.

Yurdumuzda bir zamanlar dedeleri Arnavutluk’tan veya Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunların Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk idealine çalışmayı alışkanlık haline getirmiş görürsek, diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl olurda bu fedakâr insanlara siz Türk değilsiniz diyebiliriz. Gerçi atlarda soy aramak gerekir. Çünkü bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, Türküm diyen her ferdi Türk tanımak yolundayız.

Osmanlı Devleti’nde ilk Türkçülük devresi daha çok ilmi seviyede olup Batıdaki Türkoloji çalışmalarının etkisi altında gelişmiştir. Bu devrede Yeni Osmanlılar hareketi içinde yer alan aydınlar geliştirdikleri politik düşüncelerin yaygınlaştırılması amacıyla Türkçenin sadeleştirilmesine önem vermişlerdir. Onlar bu ortamda Türk diline milliyetçi bir anlam vermeksizin haberleşmenin daha yeterli bir vasıtası haline getirmeyi amaçlıyorlardı. İlmi Türkçülüğün önderleri olarak bilinen Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Hüsnü ve Ali Suavi’nin dil ve tarih çalışmalarıyla imparatorlukta Türklük bilincinin uyanmasında önemli rolleri olmuştur.

Osmanlıda Türkçülük Bilinci

Onların çalışmalarıyla Osmanlı tarihi yavaş yavaş Türk atmosferi içine yerleştirilmeye ve Osmanlı resmi edebiyatında “kaba”, “cahil”, “göçebe” olarak horlayıcı bir üslupla kullanılan Türk kavramı artık Geçmişte şanlı medeniyetlerin kurucusu olan, gurur duyulacak bir millet anlamı kazanmaya başlamıştır. Ancak özellikle 1880 sonrasında Türk kavramının eskisine nazaran oldukça farklı bir bağlamda kullanıldığı görülmektedir. Gazetelerde sık sık “Türk millet-i necibesi” şeklinde sıfatların kullanılması Türkçülüğün yeni bir milliyet nosyonu olarak ele alınmaya başladığının habercisi olmuştur. 1898’de, daha sonra Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alacak olan Bursalı Mehmet Tahir Bey’in yazdığı Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri; 1900’de Necib Asım’ın; Leon Cahun’un, İntroduction á l’Histoire de l’Asie adlı esrinden geleneksel tarih kitaplarındaki bilgileri ekleyerek uyarladığı Türk Tarihi adlı eserleri bu alandaki önemli katkılardan bazılarıdır

Osmanlı milleti teşkili, Osmanlı ülkelerini şimdiki hudutlarıyla muhafaza için yegâne çaredir. Fakat Osmanlı Devleti’nin hakiki kuvveti, bugünkü kuvvetini korumakta mıdır? Osmanlı milletinin ortaya çıkması için, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasından, serbestlik ve hukuki müsavat üzerine kurulmuş karma bir millet hâsıl olacak, bunlar sırf vatan fikriyle birleşerek, din ve kavimlerin yaşamlarından doğma ihtilaflar ve kavgalar ortadan kalkacaktır. Bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecektir.  Osmanlı milletinin ortaya çıkmasında, ona dâhil ola­cak Türk ve Müslümanların nüfuz ve kuvvetleri artmaya­cak demek, Osmanlı Devleti’nin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulâsa moda­daki bir tabir ile “Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, da­imî ihtilaf ve kavga halinde bulunup, ayrışmakta olan anarşik bir devletten şüphesiz daha kuvvetlidir. Lâkin asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaş­tan hali kalmayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşma­larının mümkün olup olmadığıdır.

Türk Birliği Projesi

Bunun için Türkçülüğün bir tür fenomolojisini yapmak gerekir, yani Türkçülüğe temel unsur olarak teşkil eden somut toplum tabanıyla, Türk olma bilinci arasındaki ilişkinin özgün şartların elden geçirilmesi gerekmektedir. Eğer bu değerlendirme yapılmazsa Türklerin tarihi salt etnik bakımdan yazılabilir ve bu tarihe yüklenilen değerlerde bize ait olmaktan çıkacaktır. Batı ideolojisine ait olmaktan öteye geçmeyecektir. Misal bir devlete bağlılık duygusu olan vatanseverlik ile ulusal bir guruba ait olma duygusu olan ulusal kimlik arasındaki ilişki fark edilemez hal alacaktır. Bunun sonucu ise İsviçre’de meydana geldiği gibi, kendi ulusal grubuna saygı duyduğu ve tanıdığı için devlete saygı duyma ihtiyacı meydana gelecektir.

Türklüğü hiç benimsememiş, yani ulusal vicdandan yoksul olanların Türkleştirilmesi, bilinçlendirilmesi düşünülmektedir. Türk Birliği projesinin gerçekleştirilmesi üç aşamalıdır;

  • İlk önce, Osmanlı bünyesindeki Türkler birleştirilecektir. Önemli olan ırkî bağdır, çünkü Müslüman olmayan az sayıda da olsa, Türk olmayanlar vardır.
  • İkinci olarak, Türk olmadıkları halde bir dereceye kadar Türkleşmiş diğer Müslüman unsurların Türklüğü benimsemesini sağlamaktır.
  • Son olarak, Türklüğü benimsememiş unsurların Türkleşmesiyle bu proje sonuçlanacaktır.

Ancak bu konuda çıkan anlaşmazlıkların birçoğu tahlil noksanlığından ve analizin iyi yapılamamasından kaynaklanmaktadır. Türklük siyaseti Türk Birliği, İslam Siyaseti ile İslam Birliği birbirine karıştırılmıştır. Bunlardan birinin içeride uygulanması, dışarıda da aynısının uygulanılmasını gerektirmez. Zira bir tek Türkçülük için çalışılması, Müslüman halkı, Türk ve Türk olmayan diye ikiye böler. Toplum zayıflar, güç kaynakları arasına anlaşmazlıklar girmesine neden olur.

Türkçülük ve Turancılık

Önceleri Turancılık şeklinde ortaya çıkan fikir hareketi, oldukça müphem ideolojik bir görüntü çizmiştir. Turancılıkta, öncelikle ve özellikle Rusyalı Türklerin geniş bir fikir faaliyeti içinde oluşu, cereyanın, genişleme ve yayılma ideolojisi görüntüsü vermesine sebep olacaktır. Zira gözlenen, Turancılığın da, İslamcılık gibi, geniş bir sahanın ve coğrafyanın hudutlarına sahip olduğudur. Türkçülüğün, Osmanlıcılığın yerine kaim olacak bir fikir haline gelmesinde, şüphesiz Balkan bozgunu ve Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sonuçlar önemli olmuştur.

Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için “Türk” ve ”Turan” zümrelerinin hudutlarını tayin etmek gerekir. Türk, bir milletin adıdır. Millet, kendisine mahsus olan bir harsa malik olan bir zümre demektir. O halde, Türkün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir. Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de gerek İran’da ve Azerbaycan’da mevcutturlar. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O halde Harezm, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri Türk etnografyası itibarıyla aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin mecmuuna “Oğuzistan” adı verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi, bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hakim olmasını sağlamaktır.

Türkçülüğün uzak merkuresi ise Turan’dır. Turan bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka Moğolları, Tunguzları, Finoları, Macarları, ihtiva eden bir kavimler haritası değildir. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla lisani bir karabeti olduğu henüz ispat edilmemiştir. Bugün ilmen sabit olan bir hakikat varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, Oğuz gibi Türk şubelerinin lisanca ve ananece kavmi bir vahdete malik bulunduğudur. Turan kelimesi, Turlar, yani Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden büyük Türkistan’a hasretmemiz gerekir. Çünkü Türk kelimesi bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmüne geçmiştir. Türkiye’deki Türk harsına tabi olanlar, tabi yine bu ismi alacaklar.

Orta Asya Devletleri

Fakat Tatarlar, Kırgızlar, Özbekler ayrı harslar vücuda getirdikleri taktirde, ayrı milletler haline geleceklerinden kendi isimlerini alacaklardır. Bütün bu eski akrabaları kavmi bir camia halinde birleştiren müşterek bir unvana lüzum hissedilmiş, işte bu müşterek unvan da Turan kelimesi olmuştur.  Birde bazı Avrupalı müellifler, Garbi Asya’da aslen Samilere yahut Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turani” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduklarını tasdik etmek değildir; yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir.

Osmanlı Devleti’nin menfaati, bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatları- na aykırı değildir. Zira, tebaası olan Müs­lümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de, kuvvetli bir destek bulmuş olurlar.Fakat İslâm’ın menfaati, Osmanlı Devleti’nin ve Türklüğün menfaatlerine tamamen uymaz. Zira İslâm’ın kuvvet kazanması, Osmanlı tebaasından bir kısmı­nın (gayrimüslim olanların) sonunda kaybını ve bu ci­hetle Osmanlı Devleti’nin günümüzdeki topluluğunda­ki bir parçasının yok olmasını mucip olacağı gibi, Türk­lüğün Müslim ve gayrimüslim dinî anlaşmazlığıyla bö­lünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizleşmesine sebep olur.7

Türklüğün menfaatine gelince o da, ne Osmanlı Devleti’nin ve ne de İslâm’ın menfaatine büsbütün uy­gun gelemez. Zira İslâm toplumunu Türk ve Türk ol­mayan kısımlarına bölerek zayıflatır ve bunun neticesi olarak Osmanlı tebaanın Müslümanları arasına da nifak salıp Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizleşmesine mucip olur. Bunun içindir ki, her üç cemiyete mensup bir şahıs, Osmanlı Devleti menfaatine çalışmalıdır. Lâkin Osman­lı Devleti’nin menfaati, yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı Siyasî’den hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanlı ülkelerine kabil-i tatbiktir? soruları gün yüzüne çıkmaktadır.

Türkçülük Hakkındaki Görüşler

19’uncu yüzyıldan bu güne ulusun nasıl oluşturulacağı hususundaki iki anlayış olan ırk-dil temeline dayanarak, “ulus her şeyden önce ulusallaştırma eylemidir” ilkesi öncelenmişti. Bu nedenle bir toprak yâda devlete sahip olmak baki kalmak için yeterli görmeyen aydınlar, ırk esasına dayanan Türk milliyetçiliği şeklinde bir yapılanmanın gerektiği üzerinde durmuşlardır. Başka bir ifadeyle, politik Türkçülük, yani siyasal bir kimlik oluşturmada Türklüğe ilk ciddi anlamada vurgu, Yusuf Akçura, Ahmet Ağayef, Ziya Gökalp, Mehmet Fuat Köprülüzade, Hüseyinzade Ali, Şemsettin (Günaltay) gibi aydınlar tarafında yapılmıştır.

Bu aydınlar bir araya gelmişler ve Türk Birliği Derneği, Türk Derneği Cemiyeti, Türk Yurdu Cemiyet, Türk Ocağı Cemiyeti’ni kurmuşlar. Genç Kalemler Dergisi ve Bilgi Mecmuasını yayınlamışlardır. Buralarda, mazisini unutmuş ve pür hayat ve pür heyecan duygulardan yoksun olan Türklüğe bu hususları kazandırmaya çalışmışlardır. Çin, İslam ve daha sonra Türk kaynakları üzerinde batılı şarkiyatçılar Türklerin Osmanlıdan önce büyük bir medeniyet kurduklarına ve dilleriyle tarihlerinin zenginliğine değinmişlerdir. Bu Türkologlar içerisinde özellikle Joseph de Guignes’in Hunları, Türklerin, Moğolların ve daha sonra Sair Tatarların Tarihi, Arthut Lumley Davids’in Türk Dili Grameri, Polonya asıllı Mustafa Celaleddin Paşa’nın Eski ve Modern Türkler adlı eserleri ideolojik boşluk içerisinde bulunan ve yıkılışa karşı çare arayan Türk aydınları arasında Türklük şuuru uyanmasında nitekim önemli rol oynamışlardır.

Süleyman Paşa ise 1879’da askeri liseler için ders kitabı olarak yazdığı “Tarih-i Alem” adlı eserinde Türklerin İslam öncesinde şanlı bir tarihinin olduğunu söylüyordu. Milli şuurun uyanmasında bu eserin de etkisi olmuştur. 1897’de Mehmed Emin’in, Celaleddin Afgani’nin tesiriyle ve Osmanlı-Yunan savaşı münasebetiyle yazdığı “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” diye başlayan şiiri Türklük şuurun kuvvet kazanmasına etki etti. Yalnız Türkçülük hareketinin daha önce Rusya Türkleri arasında Rusların işgali üzerine başladığı ve 1880’li yıllarda Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde ve işte birlik” sloganı ile harekete geçtiğini hatırlamakta fayda vardır. Bu münasebetle Osmanlı Türkleri ile Rusya Türkleri arasında sıkı bağlar kurulmuş ve bu bağlar zayıflamadan gelişmiştir.

Yusuf Akçura

Tatar Türklerinden olan Yusuf Akçura, Gökalp’ten önce milliyetçi ve Türkçü düşüncenin en büyük fikir babası ve temsilcisiydi. O Kırım’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı ve Türkiye’yi birlikte düşünürdü. Yusuf Akçura’nın tarihe bakışı şu şekildedir: Tarih, soyut bir bilim değildir. Tarih hayat içindir; tarih, milli kültürün temelidir; tarih, milletlerin cihandaki yerini ve şerefini tayin eder. Tarih sayesinde bir millet yeryüzünde hayat ve saadet hakkının delillerini gösterir. Yusuf Akçura 1904’te meşhur “ Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserini Kazan’ın Züye köyünde kaleme aldı. Fransa’da siyasi ilimler, iktisat tahsil etti. Sosyalist fikirler benimsedi, tarihçi oldu. Bütün siyasi Türklük dünyası için bir dirilişin hak olduğunu yazdı. Türklük siyasetinin İslam siyaseti gibi umumi olduğunu ve Osmanlı hudutlarıyla sınırlı olmadığını söyledi. O, milli şuur duygularının aydınlarda ve memurlarda yer etmesini kâfi görmez, bu şuurun köylere kadar yayılmasını ister. İktisadi meydan muharebesini kazandığı zaman millet rüştünü ispat etmiş olacak, hür, bağımsız ve müreffeh milletlere katılacaktır. der

Akçura’nın Türklük projesinde bir saf Türk bir de Türkleştirilmiş kavimlerin uyumu hedeflenmiştir. Belki bu bağlamada Osmanlılık; yani Türk olmadıkları halde İslam bağı ile devlete bağlı olanların Türkleştirilmesi söz konusudur. Bir de Türkçülüğü hiç benimsememiş, yani ulusal bir kimlik ve düşünceden habersiz olanların Türkleştirilmesi hedeflenmiştir. Ona göre Türk birliği projesinin gerçekleştirilmesi için, Türk olmadıkları halde biraz da olsa Türkleşmiş Müslümanların Türklüğü benimsemesi, Osmanlı bünyesindeki Türklerin birleştirilmesi ve Türklüğü hiç benimsememiş olanların da Türkleştirilmesi gerekmektedir.

Ziya Gökalp

Ziya Gökalp, 1876’da Diyarbakır’da doğmuştur. İlk ve lise eğitimini Diyarbakır’da tamamladı. Daha çok kendi kendini yetiştiren Gökalp amcasından Arapça ve Farsçayı öğrendi. 17 yaşında iken İbrahim Tema ve İshak Süküti ile tanıştı, böylece İttihat ve Terakkicilerle temas sağlamış oldu. Ziya Gökalp 1909 da Selanik’e gidip Genç Kalemler’e katıldı. Başlangıçta asıl fikri Osmancılık olan Gökalp buraya katılmasıyla fikri yavaş yavaş değişmeye başladı. Gökalp buradaki yazılarında Türkçü, idealist ve evrimcidir.

Ziya Gökalp 1913’te İstanbul’a geldi. İttihat ve Terakki merkezi daimi üyesi oldu. Türk Yurdu ve Muallim dergilerinde yazılar yazdı. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazısı ona asıl elektrik felsefesini ve üç akımı birleştiren kimliğini kazandırdı. Gökalp’ın millet anlayışında kültürel milliyetçilik ağır basar; millet, bir dili konuşan, bir din, bir eğitim, bir kültürde birbirine bağlı unsurların bütünüdür. Gökalp kısaca “dili dilime, dini dinime uygun olan bendendir” formülüyle hareket etmiştir.

Osmanlı’nın en sancılı yıllarıyla Cumhuriyet’in ilk kuruluş evresinde yaşayan Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliği fikrini sistematik olarak inceleyen ilk düşünürdür. Düşünceleri İttihat ve Terakki ideolojisinde ve örgütün yönetici kesiminde gayet etkili olmuştur. Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal de fikir babasının Ziya Gökalp olduğunu ifade ederek Gökalp’ın fikirlerini Cumhuriyet dönemine devrimlerine taşımıştır. Gökalp Osmanlı’nın çöküşünün temel nedeni olarak Türkçülüğün karşısında gördüğü Osmanlılığı gösterir. Gökalp teorisinin bizi götürdüğü nokta, çöküşün sorumluluğunun kendinden ötekine transfer edilmesi meselesidir. Onun nazariyesi sonucunda önceden devam ede gelen bir kendinin Osmanlı ötekisi ve Türk kendi olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ziya Gökalp bir Osmanlı düşünürü olarak toplumun değişmesini izah edecek bir formül aramıştır. Yeni ve yek olmayan bu arayış, Batıcı olmayan düşünürler arasında yaygındı. Onlar sosyal problemlerin fıkıh ilmi aracılığıyla açıklanıp, çözülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Gökalp, Durkheim gibi, toplum hayatının temelini dinin teşkil ettiğine inanır. O aynı zamanda A. Comte gibi, Osmanlı toplumunun dini birliği yoluyla ayakta tutulamayacağı düşüncesine sahiptir.

Mehmed Emin Resulzade

Mehmed Emin Resulzâde, 31 Ocak 1884 tarihinde, Bakü’nün Hovhanı köyünde doğmuştur. İlk eğitimini ailesinden aldıktan sonra Bakü Teknik Okuluna kaydolmuştur. Ancak içtimaî ve siyasî hareketlere kapıldığından, okulu bırakarak gazetecilik hayatına atılmıştır. 1903 yılında başladığı bu mesleği, 1908-1911 yıllarında İran’da çıkardığı İran-ı Nev gazetesiyle devam ettirmiştir. Türkçülük, Resulzâde’nin 1911 yılında ilk kez geldiği Türkiye’de en fazla etkilendiği siyasî saha olmuştur. Çünkü 1908 yılında Türk ülkesinde yaşanan II. Meşrutiyet hareketinin Türk tarihine kazandırdığı en büyük fikir ve dinamizmin başında Türkçülük hareketi gelmektedir.

Türkçülük, yakın tarihimizde siyasî bir temele oturmadan önce, diğer akımlarda benzerine taslamadığımız bir şekilde ilhamını ilmî çalışmalardan almıştır. Türklük ve Türkçülük şuuru, ilk ilhamını bu çalışmalara borçlu olmakla birlikte, Türkçülüğü bir fikir akımı olarak ortaya çıkaran saik, hiç şüphesiz devrin siyasî ve sosyal şartları olmuştur. Osmanlı vatanına bağlı Osmanlı vatandaşlarının vatanseverliği idealine dayanan Osmanlılık şuuru ve Osmanlılık akımının devletin çöküşünü durduramadığı anlaşılınca İslamcılık ve Türkçülük Osmanlı aydınları için yeni ufuklar vadeden ideolojiler olarak görülmüştür.

Dernekler ve Cemiyetler

Türkçülük ceryanı çöken devletin kurtuluşunda tek yol olarak görüldüğü gibi, Türkçülere göre, Osmanlı Devletinin asıl insan unsuru, Türk Milleti’dir ve bunun için Türk Birliği yaratılmalıdır. Mehmed Emin Resulzade’nin 1911 yılında İstanbul’a geldiği günlerde Trablusgarp, kısa bir süre sonra da Balkan Savaşı patlak vermiştir. Bu dönemde Türk Derneği (25 Aralık 1908), Türk Yurdu Cemiyeti (18 Ağustos 1911) ve Türk Ocağı (12 Mat 1912) kurulmuşlardır.

Bunlardan Türk Yurdu ve Türk Ocağı daha sonra birleşip Türk Yurdu, Türk Ocağı’nın yayın organı olarak devam etmiştir. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yusuf Akçuraoğlu, Ahmet Ağaoğlu. Mehmed Emin Yurdakul, Hamdullah Suphi, Fuat Sabit, Ahmed Ferit gibi seçkin milliyetçiler tarafından temsil edilmeye başlayan Türkçülük cereyanı, “Türk Devletinin ideolojik temsilinin kesinlikle Türkçülük ideolojisine dayandırılması” görüşündedirler. Fakat burada hemen şunu belirtmekte fayda vardır ki, Türk birliği düşüncesinin gelişmesinde en büyük fikir payı bir Türk fikir adamına ait olmuştur. Bu isim şüphesiz Gaspıralı İsmail Bey’dir. O’nun “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı, hem Osmanlı Türkiye’sinde, hem de Osmanlı Devleti haricinde yaşayan Türkler arasında büyük bir alaka uyandırmıştır.

Milli Birliği Kuvvetlendirmek

Osmanlı milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasından, serbestlik ve hukukî müsavat üzerine kurulmuş karma bir millet hâsıl olacak, bunlar sırf vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet (Osmanlı milleti) fikriyle birleşerek, din ve kavimlerin hayatlarından doğma ihtilâflar ve kavgalar kalmayacak ve bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecektir. Osmanlı milletinin ortaya çıkmasında, ona dâhil ola­cak Türk ve Müslümanların nüfuz ve kuvvetleri artmaya­cak demek, Osmanlı Devleti’nin kuvveti eksilecek demek değildir. Hâlbuki asıl meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulâsa moda­daki bir tabir ile “Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, da­imî ihtilaf ve kavga halinde bulunup, ayrışmakta olan anarşik bir devletten şüphesiz daha kuvvetlidir. Lâkin asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaş­tan hali kalmayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşma­larının mümkün olup olmadığıdır. Yukarda görüldü ki bu baptaki tecrübe muvaffakı yetisizlikle sonuçlanmıştır.

Türkçü literatürde tarih ve kültür olarak işlenen Türklük kavramını bu içeriklerinden soyutlayarak politik topluma tercüme edilmiştir. Aslında M. Kemal’in söylediği, Tanzimatçıların Osmanlı kimliğinden murad ettikleri ile benzerlik göstermektedir. Tarihçiliğin kültürel bir kavram olarak kurguladığı Türkçülüğü politize ederek, bir bakıma Osmanlı Tanzimatçılarının geliştirmiş olduğu Osmanlı kimliği yerine ikamet etmekteydi. Mustafa Kemal Cumhuriyetin birleştirici kimliği olarak politik Türk kimliğini yükseltiyordu. Bu açıdan cumhuriyeti, Tanzimat’ın sürekliliğinde değerlendirmek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki çeşitli unsurların milliyetçilik hareketleri karşısında Türk milliyetçiliğinin öncüsü olma gibi bir fonksiyonu üstlenen Türk Ocakları, kısa zamanda devrin önemli birçok ilim ve fikir adamını bünyesinde toplamıştır. Ocak çevresinde toplanan bu aydınlar günlük siyasi çekişmelerin dışında kalmaya çaba sarf ederek çalışmalarını Türk milliyetçiliğinin teorisini kurma konusunda yoğunlaştırmışlardır. Bu sebeple Türk Ocağı çevresindeki aydınların çalışmaları sayesinde Türkçülük akımı siyasi, sosyal, iktisadi ve kültürel hayata bakışlar getirmiş, dönemin etkili fikri olmuştur.

Türkçülük Hareketinin Türkiye Cumhuriyetine Etkisi

Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından yeni kurulan devletin siyasal tercihi Cumhuriyet olmuştur. Tarihsel açıdan Cumhuriyetçiliğin Tanzimat ve Meşrutiyet’in ilanına kadar giden bir boyutu olduğunu düşündüğümüz zaman bu tercihin doğal olduğunu görmekteyiz. Mustafa Kemal, devlete üç farklı bağlılık ilkesinden birisi ve tekilci tarzı olan Türkçülüğü, literatürde tarih ve kültür olarak işlenen Türklük kavramını, bu içeriklerden soyutlayarak politik topluma tercüme etmeye çalışmıştır. Bir taraftan yeni devletin resmi politikasını tasarlayanları önemli oranda Türkçüler oluşturmakta ve kültür, bunlar aracılığıyla etnikleşerek dinsel bağlamdan soyutlanmakta ve sükelerleştirilmektedir. Kültürü bu şekilde kurgulayıp kurumsallaştırırken, diğer yanda yeni bireyleri ya da toplumu, bu kültürel kodların üzerine inşa etmeyi biricik hedef olarak görmemektedir. Böylece resmi öğreti, özgürlük değeri üzerinden soyutlanan yerlici kültürel değerlerin evrensellik değerleriyle çıkıştırılması ve bağlandırılması üzerine kurulmaya çalışılmıştır.

Atatürk’ün Samsun’a Çıkışı

Mustafa Kemal’in liderliğiyle başlayan Milli Mücadele’de Türk milliyetçiliği başlıca syasi çağrı olduğu gibi, bu mücadele her yönlü milli bir hareket niteliğindedir. Zaten Milli Mücadele adı bile hemen millet ve milliyetçilik kavramlarını akla getirmektedir. Mustafa Kemal Samsun’a ayak bastığından itibaren başlayarak bütün nutuklarında Türk milletinin kurtuluşuna ve yükselişine ait prensipleri ortaya koyarken her defasında millet, irade-i milliyet, hâkimiyet-i milliye, vicdan-ı milli ve milliyet gibi kavramları kullanmıştır.

Yeni devletin, dolayısı ile Atatürk’ün ortaya koydu­ğu milliyetçilik anlayışı Türk toplumunun çağdaşlaşma­sını amaçlayan ileriye dönük bir milliyetçiliktir. Bilindi­ği gibi Atatürk’ten önceki devlet adamlarının çoğu me­deniyet ile kültürü ayırarak Batı medeniyetinin sadece maddi taraflarını almanın yeterli olacağını düşünmüşler­dir. Aynı medeniyet-kültür ayırımı ve buna bağlı olarak çağdaşlaşma konusunda, batıdan sadece teknik unsurla­rın alınması fikri Türk milliyetçiliğini sistemleştiren Zi­ya Gökalp’te daha belirginleşir. Hâlbuki kültür ve mede­niyet birbirinden ayrı hadiseler değil, millî kültürler bir medeniyetin çeşitli manzaralar­dan ibarettir. Milliyetçilik ise millî kültürü, bizzat bir mede­niyet kaynağı haline getirerek toplumu modern bir millet ha­line getirme hareketidir. Mese­leye bu açıdan bakıldığında Os­manlı dönemindeki Türkçülük hareketinde olduğu gibi, milli­yetçiliğin sadece bir tepki veya bir kültür hareketi değil, aynı zamanda bir medeniyet davası olduğu ortaya çıkar.

Çağdaşlaşma ve Milliyetçilik

Nitekim Türkiye Cumhuriyetinde çağdaşlaşma ile milliyetçilik birbirine paralel olarak gelişmiştir. Böylece Türk milliyetçiliği “batıya rağmen batılılaşmak düs­turu ile bir tepki milliyetçiliği olmaktan çıkmış, Türk milletinin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını amaç­layan ileriye dönük bir milliyetçilik halini almıştır. Zaten Milliyet duygusu sadece milletin kültürüne, geç­mişine bağlılıktan ibaret değildir. Aynı zamanda istik­bale yönelmiş milli gaye ve düşüncelerdir. Milliyet duy­gusunun bir gelişme ve ilerleme sebebi olması işte istik­bale yönelik bu dilek ve arzular sayesindedir.  Bu se­beple “milletimizin hedefi, yani millet mefkûresi bütün cihanda tam manasıyla medenî bir içtimai heyet olmak­tır. Diyen Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı batı me­deniyetinden faydalanma ve çağdaşlaşma ile birbirine paraleldir. Çağdaşlaşma konusundaki kendisinden önce­ki başarısızlıkları konusundaki kendisinden önceki başa­rısızlıkları gören Atatürk medeniyet ile kültür arasında ayrım yapmayarak batı medeniyeti karşısında herhangi bir ezikliğe kapılmadan türk toplumunu çağdaş medeniyete yöneltmiştir.

Türk milliyetçiliği, İslam ümmetçiliğinden çok Osmanlıcılığa, oradan İslamcılığa ve son olarak ta Türk Milliyetçiliği ve vatanseverliği şeklinde bir gelişme göstermiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu çok milletli bir yapının vermiş olduğu dezavantajlara bir tepki olarak ve Türk milletinin kendini bulma olarak doğmuş ve Türkçülük adını almıştır. II. Meşrutiyet döneminde etkisi daha çok olan bu fikir akımının yandaşları olduğu kadar, bazı zümrelerinde tepkisine neden olmuştur. Osmanlıyı bulunduğu durumdan Türkçülük akımı sayesinde yeniden var olma aşamasına getireceklerine inanan fikri savunan kesimler, bu fikri toplum arasında da yaymak amacıyla çeşitli çalışmalarda bulunmuşlardır. Yeni kurulan Türk devletinin temel aldığı görüşler arasında da olan bu fikir akımı aynı zamanda da Türk milliyetçiliğinin oluşmasında önemli rolü olmuştur. Türk devleti üzerinde kötü emelleri olan ve bazı propaganda yapan gruplar karşısında Türk milletinin bir arada olmasında Türkçülüğün rolü günümüzde de varlığını devam ettirmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir