Atatürk Solcu muydu Sağcı mıydı?

Atatürk, ölümünün üstünden yıllarca geçmesine rağmen anlaşılamamış bir lider. Daha doğrusu, herkes Atatürk’ü kendi görüşüne göre şekillendirip, kendi siyasi görüşüne uygun bir yere oturtuyor. Atatürk’ün solcu mu sağcı mı olduğu sorusuna Atatürk’ün kendi sözlerinden ve yaptığı “inkılaplardan” yola çıkarak bir yargıda bulunabiliriz. Hepsinden de öte, Atatürk’ün ilkelerinden yola çıkarak bir değer yargısında bulunabiliriz.

Solculuk ve Sağcılık Nedir?

Sağcılık ve solculuk, bugünkü anlamından ziyade sağcılık kralın yandaşlığı ve solculuk da krala karşı olanlar şeklinde Fransa’da şekillenmişti. Atatürk yaşarken bu anlamından çok bir şey kaybetmemişti. Ancak bugünkü bildiğimiz anlamda sağcılık ve solculuk, o dönemki haliyle oldukça uzaktır. Sağcılık daha çok milliyetçilik ve Avrupa devletleri ile Amerika Birleşik Devletleri‘nin mihmandarlığında gelişmiş ve şekillenmişken, solculuk ise Sovyetler Birliği’nin liderliğinde dünyada tezahür etmişti.

1960’lı yıllarda zirveye ulaşan sağ-sol çekişmelerinden Atatürk de nasibini aldı. Hem sağdan hem soldan Atatürk’ü kendisine yol gösterici olarak gördüğünü ifade eden çevrelerin kıbleleri aslında Amerika veya Sovyetler Birliği olmuştu. Atatürk’ün ilkelerinden birine veya birkaçına sarılıp, geriye kalanlara da ama öyle, ama böyle diyenler de Atatürkçülüğe zarar verdi. Burada iki ayrı Atatürkçülük karşımıza çıktı; Atatürkçülük ve Kemalizm.

Atatürk İlkeleri Nelerdir?

Atatürk ilkeleri; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılıktır. Atatürk, cumhuriyeti kurduğu 1923 yılından, vefat ettiği 1938 yılına kadar ülke yönetimini bu ilkeler ışığında yönetti. Yaptığı her devrimde bu ilkelerden birini görmek mümkündür. Dış alemle yaptığı her anlaşmada, sözleşmede de yine bu ilkelerden birini görmek mümkündür.

Atatürk solcu muydu yoksa sağcı mı? Bu sorunun cevabını verebilmek için, bu ilkelerin neler anlattığına da bakmak gerekiyor. İşte o zaman meseleye daha detaylı olarak bakabiliriz.

Cumhuriyetçilik

Cumhuriyet rejimini benimsemek anlamına geliyor. Yani cumhuriyeti bir araç değil amaç olarak görmek anlamındadır. 1924 Anayasası’nda da bahsedildiği gibi, “hakimiyet bila kayd ü şart milletindir.” Öyleyse, cumhuriyetçilik, halkın egemen olduğu bir rejimdir. Bir kişinin değil, bir zümrenin devleti yönetmesini ilke edinir. O zümre ise bütün halkı kapsayan bir yapı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Bu halde, seçimlerde 1980’den beri uygulanan ve daha birkaç yıldır %7’ye düşürülen %10 seçim barajı Cumhuriyetçilik ilkesine aykırıdır. Hatta, bir ilde 200 bin kişi bir vekil seçerken, bir başka ilde bu sayı 40 binlere düşüyor. Bu da cumhuriyetçiliğe aykırıdır. Zira halkın eşit temsile sahip olması gerekiyor.

Burada 1945, 1950, 1955 ve 1960 seçimlerine de gitmek gerekiyor. Bu seçimlerde uygulanan sistem ise cumhuriyetçiliğe taban tabana zıttır. Çünkü bu seçimlerde liste usulü çoğunluk sistemi uygulanıyordu. Bir ilde rakibinden 1 oy fazla alan parti bütün vekillere sahip oluyordu. 1961 yılında D’hont sistemi ile bu durum daha insaflı hale gelmiş, 1981 yılından itibaren uygulanan seçim barajı ise bu durumu tersine çevirmişti.

Bu ilkeye solcuların ve sağcıların bir kısmı bağlı olduklarını ifade ediyordu. Sağcıların bir kısmı şeriat istiyordu -ki onlar zaten ilkelerin hiçbirine bağlı değildi- bir kısmı ise Sosyalizm taraftarıydılar. Onlar ise Sovyetler Birliği’ndeki gibi, yarı kast sisteminin var oluşunu daha hayırlı görüyorlardı.

Milliyetçilik

Milliyetçilik, bugünkü bildiğimiz anlamdaki milliyetçilikten de çok farklıdır. Atatürk’e göre milliyetçilik, Türk milletinin ali menfaatlerini diğer milletlerden üstün tutmaktan geçmektedir. Ancak buradaki “Türk milleti” ifadesinden kasıt, Türkçülük-Turancılık değildir. Bu Türk milleti de 1924 Anayasası’nda şu şekilde tasvir edilmiştir; “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık itibarıyla Türk denilir.”

Yani, Kürt de Türk’tür, Laz da Türk’tür.

Burada son zamanlarda karşımıza çıkan “Türkiyeli” sözüne de bir açıklama getirmek gerekiyor. Milliyetçilik ilkesinde tasviri yapılan Türk kelimesi ile bugün bahsedilen Türkiyeli kelimesi arasında anlam açısından bir fark bulunmuyor. Yani, Türkiyeli demekte bir sakınca yok. Ancak, bu anlamın diğer bağlamları burada zayıflamaya uğruyor. Çünkü bizim açımızdan örneğin Amerikalı ile Amerikan arasında pek fark yoktur. Amerika, pek çok milletin bir araya gelerek oluşturduğu yapay bir millet olmasına karşın, Amerikalı tabiri yerine Amerikan demeyi daha uygun görüyoruz. Çünkü burada kendine has bir edebiyat, bir sinema, bir doktrin gelişmiştir. İngiliz İngilizcesi’nden farklı olarak Amerikan dili de dönüşmüştür. Amerikan sineması yerine Amerikalı sineması demiyoruz. Amerikan yemekleri yerine Amerikalı yemekleri demiyoruz.

İşte Türk ile Türkiyeli arasındaki fark da buradan kaynaklanmıştır. Milliyetleri ifade ederken kullanılan -li -lı eklerini, milliyet bilinci yerleşmemiş, yapay milletler, tarihi derinliği olmayan halklar için kullanıyoruz. Bir de gerçek milletini bilmediğimiz kişiler için kullanıyoruz.

Örneğin, Polonyalı dediğimiz kişiler Leh, İsrailli dediğimiz kişiler İbrani’dir. Ancak Suriyeli dediğimiz kişiler, Suriye’de mukim olan Araplardır. Suriyeli derken, Arapların sadece Suriye’de yaşayan kısımlarından bahsediyoruz. Aynı Arapların Mısır’da yaşayanlarına Mısırlı, Libya’da yaşayanları için ise Libyalı diyoruz.

Tıpkı bir insanın Muşlu veya Adanalı olduğu gibi. Adanalılık bir millet değildir. Adana siyasi olarak çevrelerinden ayrılmış bir ildir. Adanalıların bir kısmı aynı zamanda Çukuovalı’dır. Çukurovalılık ise Adana’da yaşayan herkesi kapsamaz, o da daha küçük bir bölgedir. Aynı zamanda Adana’nın Yumurtalık ilçesinden gelen bir kişiye de “Yumurtalıklı” deriz. Bir Yumurtalıklı, aynı zamanda hem Çukuovalı, hem Adanalı, hem de Türkiyelidir. Ancak Türkiye’nin geriye kalan diğer vatandaşlarıyla arasında bir kader birliği vardır. Dolayısıyla Türk’tür.

Halkçılık

Bülent Ecevit’e “Hakçı Ecevit” denirdi. Halkçılık, CHP’nin ve solun en çok sahip çıktığı ilke olmuştu. Halkçılık, halkın çıkarlarının gözetilmesi anlamına geliyor. Aslında devletin “halkçı” yaklaşımı ile “sosyal devlet” vurgusu kendini gösteriyor.

Bunun anlamı ise “halkların kardeşliği” adıyla andığımız ve “özyönetim” talebiyle kardeşliğin sonlandırıldığı bir şey değildir. Halkçılık, halkın bütününün, devletin “cumhuriyetçilik” ilkesinde olduğu gibi eşitliğini savunuyor. Yani, “cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” dediğimiz zaman, bu cumhuriyetin halkçı bir cumhuriyet olduğundan bahsediyoruz. Sokaklarında dilencilerin görünmediği, üreten halkın, ülkesinin refahına katkı sunmak için ürettiği bir halk yapısını ifade ediyor. Üretime katılamayan insanların üretime katılamamasının önündeki engelleri bulup ortadan kaldırmakla mükellef bir devlet yapısını mecburi kılıyor. Üretime katılamayacak olan halka devletin yardımcı olmasını da mecburi kılıyor.

Yani, halkçılık, devletin öncelikle insanları üretime yönlendirmesi, ardından kalan azınlığa yardımcı olması anlamına gelmektedir. İnsanlara iş bulan, iş kurmak için teşvik veren, hasta, sakat, malül insanlara kol kanat geren bir devlet.

Doğal afetlerden zarar gören insanların zararını da devlet tazmin eder. Hatta bu doğal afetlerden insanların zarar görmemesini veya zararı minimuma indirmeyi de devlet garantisi altına almak gerekir.

Ekmekte tavan fiyat uygulaması da “halkçılık” ilkesinin bir sonucudur ve bugüne kadar gelmiştir.

Atatürk’ün halkçılığı mesela yabancılara toprak veya ev satışı karşılığında vatandaşlık verilmesini bütünüyle reddeder.

Laiklik

Atatürk ilkelerinden belki de en yanlış anladığımız kısım budur. Atatürk, Laiklik nedir sorusuna “Laiklik adam olmaktır” diyor. Bir insanın hem laik hem Müslüman olamayacağını ifade eden kimi zümreler, Laikliği dinsizlik ile bir bağlamda buluşturarak mütedeyyin Müslüman ahaliyi kendi devletine ve halkına düşmanlaştırmayı amaçlamış, bunda da geldiğimiz noktada kısmen başarılı olmuştur.

Halbuki, aynı Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu da kurarak, insanların dinlerinden uzaklaşmasına da mani olmuştur. Fakat aynı kişiler Diyanet’i görmeyip, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öne sürerek onu dinsizlikle suçlamıştır.

Şimdi Atatürk dinsiz miydi sorusunu da sormanın vakti gelmiştir. Atatürk’ün dini hakkında bir fikre sahip değiliz. Atatürk’ün dua ettiğini gördüğümüz fotoğrafları da vardır, “gökten indiği sanılan dogmalar” şeklinde bir ifadesi de. Bu ifadenin, İslam için mi söylendiğini, yoksa İslam’a yerleşmiş tevatürler hakkında mı söylendiğini bilmiyoruz.

Aslına bakarsanız, Atatürk’ün dininin ne olduğu konusunda net bir bilgimizin olmaması da çok önemli değildir. Atatürk’ün dini Atatürk’ü bağlamaktadır. Atatürk’ün Müslüman olması da dinsiz olması da Atatürklüğünden bir şey kaybettirmemektedir.

Atatürk dinsizdir demek de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmuş olduğu gerçeğini değiştirmez, Müslümandır demek de inkılaplarını yok edemez.

Yazının bağlamına dönülecek olursa, Atatürk, tıpkı Avrupa’da Martin Luther’in İncil’e yaptığını Kuran’a yapmıştır. İnsanlar kendi dini kitaplarını okuyup anlamaları için onu Elmalılı Hamdi Yazır’a tercüme ettirmiş ve dağıttırmıştır. Diyanet İşlerini ise tıpkı Osmanlı’daki Şeyhülislam konumunda bir yere getirmiştir. Bugün dahi bir şeyin caiz olup olmadığını sorarken Diyanet İşleri Başkanlığı’na soruyoruz.

Peki laiklik ne işe yaradı?

Laiklik mesela, 2016 yılına kadar görmediğimiz bir şeye sebep oldu. Bunu 2016’da gördük. Fethullah Gülen’e bağlı olan Gülen cemaati mensuplarından oluşan ve orduya yerleştirilmiş bulunan kimi “tekke mensupları” darbe girişiminde bulunmuşlardı.

Mesela, bu tarikatlerin kapatılması ve halkın dini inancını Diyanet İşleri’ne bağlamak, yıllar süren bir mücadele içinde, 1990’larda gördüğümüz Fadime Şahin vakasından halkı sakındırmaya çalıştı. İsmail Saymaz’ın “Şehvetiye Tarikatı” kitabına konu olan meselelerden haklı korumaya çalıştı.

Laiklik, esas itibariyle halkçılıkla beraber incelenecek olursa, aslında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ülkede yaşayan tüm dinleri sahiplenmesi gerekirdi. Bugün geldiğimiz noktada o Diyanet İşleri, Atatürk’ün ölüm yıldönümüne denk gelen cuma günü, 10 Kasım 2023’te Atatürk’ün adını hutbede anmaktan bile aciz bir duruma gelmiştir.

Devletçilik

Devletçilik, aslında çok daha kapsamlı bir şekilde bakılması gereken bir konudur. Çünkü devletçilik tanımında bir istisna bulunmaktadır. Atatürk’ün bu ilkelerinin tasviri olan 6 ok, bugün maalesef CHP’nin siyasi simgesi halindedir. Bu simgede yer alan beşinci okun altında bir çentik bulunmaktadır ve bu çentik ise Devletçilik ilkesindeki bir istisnayı anlatmaktadır.

Liberalizm veya kapitalizm olarak ifade edebiliriz bu çentiği. Çentikten önce devletçiliğe bakalım ve çentiğin anlamını yorumlayalım.

Devletçilik, devlet ekonomisinin öncelenmesi anlamındadır. Devlet, kendi ekonomisine sahip olmalıdır. Çünkü kendi halkının refahından devlet sorumludur. Öyleyse kaliteli ve ucuz üretimi devlet gerektiği kadar kendi eliyle yapmalıdır.

Bir devlet kurumu olan belediyelerin içme suyunu halka tedariki, ucuz ekmek satılan halk ekmek fırınları devletçiliğin gördüğümüz son kırıntılarıdır. Çaykur, halka içebileceği temiz ve uygun çayı satmakla mükelleftir. Sümerbank basma fabrikalarının kapanmasıyla devletçilik akamete uğramış, ardından satılan stratejik olan ya da olmayan devlet kurumlarıyla bu ilke oldukça zedelenmiştir.

Çentik ise kapitalizm gibi algılanabilir demiştik. Devlet, kendi müteşebbislerine de destek olur. Dünya çapında bir Türk markasının çıkmasını teşvik eder.

Aslında devletçilik ilkesine sıkı sıkıya sarılıyor olsaydık, bugün devlet kendi yerli otomobili olan Togg’u kendisi üretiyor olurdu. Bu tecrübeyle yetiştirdiği mühendisleri ise başka bir marka araç üreterek dünyada satış rekorları kırabiliyor olurdu.

Bu girişim 1961 senesinde Devrim Otomobilleri ile denenmişti. Devrim, Türk halkı için seri üretime geçirilmek istenen bir araba modeliydi. Eğer bu proje başarılı olsaydı, bugün Devrim arabalarımızın yanında, Devrim araba fabrikalarında yetişen ve dimağı açılan mühendislerimiz başka yerli otomobil markaları da yaratmış olabilirdi.

Örneğin, Sümerbank fabrikaları yurt içindeki ihtiyacı karşılarken, bugün “göğsümüzü kabartan” tekstilcilerimiz, ülkeye daha fazla döviz sokabilirdi.

Örneğin, devlet kendi beyaz eşya fabrikalarında halk için beyaz eşya üretirken, devlet ile “rekabet eden” Arçelik veya Beko daha da bir dünya markası olabilirdi. Bu sayede ülkemiz daha az ithalata ihtiyaç duyar, daha çok ihracata yönelirdi.

İnkılapçılık

İnkılapçılık, Atatürk ilkelerinden sonuncusudur. Aslında inkılapçılık Atatürk’ün bir ilkesi değildir. Bir ilkeden çok emanettir inkılapçılık.

Yani, Atatürk ilkelerine ve inkılaplarına sahip çıkarken, en çok inkılapçılık ilkesine zarar verdik. Belki de ilkeleri tersten okusaydık bu sorunu hiç yaşamazdık zira en çok sözünü ettiğimiz cumhuriyet ilkelerin birincisi iken en az bahsetitğimiz inkılapçılık sonuncusu durumunda.

Belki de okurken sonuna kadar okumamışızdır. Tıpkı bu yazı gibi. Bu yazıyı da en az insan sonuna kadar okuyacak. Ve bu satırları pek çok insan göremeyecek. Bu yazının bu kısmını gören insanlar da muhtemelen yukarıda bahsettiğimiz problemlerin tamamını biliyor ve anlıyordur.

İşte o sebepledir ki bir inkılap bu topraklar Atatürk’ün ölümünden beri görmedi ve bu sayede “karşı devrim” ilmek ilmek örülüyor.

Suriye’de karasal televizyon yayını 1950’lerde başlarken, biz bundan 20 sene sonra TRT’yi kurduk mesela. İnkılapçılık, televizyon teknolojisini erken getirmeyi mecburi kılıyordu.

Bugün, o devirlerde yapılan yazı, takvim, kılık-kıyafet inkılaplarına baktığımız zaman, -ki bunların pek çoğu da dinsizlikle suçlanıyordu- bugün LGBT haklarını teslim edeceğini açıklayan bir iktidar ne kadar tepki görürse o kadar tepki gördü. Buradan, “eşcinsel evlilikler serbest bırakılsın” gibi bir talepte bulunmuyorum. Kaldı ki, bir erkeği bir erkekle, bir kadını da bir kadınla zorla kimse evlendiremez. Fakat insanların kendi hür iradeleriyle benimsedikleri bir cinsel kimlik de, insanların hür iradeleriyle inandıkları bir Allah gibi tamamen bireyi ilgilendirir.

Daha az tehlikeli sularda yüzelim dersek, Togg otomobilinin yapılması bir inkılap değildir. Ancak Togg otomobilinin yapılacağı iktisadi zemini hazırlamak bir inkılaptır. Mesela devlet, yerli üretim otomobillerin üretiminden daha az vergi alması, hurdaya çıkan araçların satışının yeniden üretime tahsis edilmesi için araç sahiplerine bir teşvik vermesi, hatta eski aracını getir, Togg al, ben de hem fabrikaya hem sana destek vereyim demesi bir inkılap olabilirdi.

Mesela “köye dönüş projesi” bir inkılaptır. Hakkını yememek gerekir. Ancak Atatürk’ün inkılapları kadar etkili inkılaplar değildir bunlar. Aynı etkiye sahip inkılapları dünyadan koptukça yerine getirme ihtimalimiz artar. Çünkü cumhuriyet kurulduğu zaman bu gerçeklikten neredeyse kopuk bir ülkenin vatandaşlarıydık.

LGBT hakları ile ilgili paragrafı yazarken de bunu düşünmüştüm. Çünkü İnkılapçılık, toplumun huzurunu artırmayı amaçlarken toplum tarafından lanetlenmeli ve karşı çıkılmalıdır. Halk için, halka rağmen yapılmalıdır. Bugün toplumun bir kesimi tarafından lanetlenen “LGBT hakları” aslında toplumun bir kısmının huzurunu garanti altına almak için yapılır. Fakat toplumun o kesiminin eşcinsel evlilik yapması, eşcinsel evliliğe karşı olanlara bir zarar vermez. Ancka bunun istenmemesindeki sebep “Türk örf ve adetine aykırı, Türk aile yapısını zedeleyici” olarak kabul ediliyor. Peki nedir bu Türk aile yapısı? Müge Anlı programlarında gördüğümüz gerçeklikler, LGBT’den daha mı az tehlikelidir?

Biz yine de verilen bazı teşvik ve hakların inkılapçılık olduğu konusunda kendi kendimizi kandırmaya devam edelim ve öyle varsayalım. Diğer ülkelerde bugün yapılanlar, bizde 100 yıldır var ve kımetini bilmekten yoksunuz. Çünkü bunu hediye olarak aldık, kıymetini bilemedik.

Mesela, Suudi Arabistan’ın kadınlara kısmen araç kullanmasını bir inkılap olarak kabul edelim -ki öyledir- ancak kendi ülkemizde 90 kilometreden fazla uzaklaşamayacağını yahut saatte 90 kilometre hızın üzerine çıkamayacağını kimi din bezirganlarının ifadeleriyle alıp yayalım ve kadınlarımıza bu iki yasağı getirelim. Bunun adı karşı devrim provokasyonu olur. Çünkü inkılapçılık daha fazla özgürlüğü temin etmelidir.

Sonuç olarak, daha Avrupa’nın göbeğinde kadınların hiçbir hakkı yokken bizim onlara seçme hakkını, seçilme hakkını, otomobil ve hatta uçak kullanma hakkını vermemiz müthiş bir özgürlük hareketidir. Bugün dahi Orta Doğu’da pek çok ülkede bulunmayan bir haktır. Bu satırları okuyanların bir kısmı LGBT ile ilgili olan kısma fazlasıyla hiddetlenecektir. Bir kısmı ise bu hakkı teslim edecektir. Ancak çoğunluk “linç edecek” grupta yer alacaktır. Bunun sebebi, kadın haklarından biraz farklıdır. Çünkü kadınlara haklar verilirken, toplumun yarısına verilen bir haktı. LGBT ile ilgili konu ise çok çok küçük bir azınlığı kapsıyor. Bu sebeple çok uç bir örnek vermeyi tercih ettim.

Daha az yargılanacak bir örnek verecek olursam mesela, TBMM için vekil seçerken, seçilecek vekillerin nüfusun oranına göre seçilmesi, bakanların nüfusun oranına göre belirlenmesi ilkesi getirilebilir. Bu da bir inkılaptır. Örneğin, toplumun yüzde 52’si kadın, yüzde 48’i ise erkektir. TBMM’de kadın temsilinin yüzde 52 olmasını bir kanuna bağlamak da bir çeşit inkılap sayılacaktır. Gelin görün ki, kadın haklarıyla ilgili dünyanın en ilerici hamlelerinden biri olan İstanbul Sözleşmesi askıya alınmışken bu satırları yazmak bile utanç verici.

Atatürk Sağcı mı Solcu mu?

Atatürk solcudur. Çünkü halkın, kendi kendisini yönetmesini, bu yönetimle daha özgür ve refah olmasını istedi. Diğer taraftan Atatürk sağcıdır, çünkü kendi milletini diğer milletlerden üstün tuttu. O halde biz Atatürk için hem solcudur, hem sağcıdır. Yahut, ne solcudur ne de sağcıdır diyebiliriz. Onu bir yere hapsetmemiz mümkün olamaz.

Eğer Atatürk’ü bir görüşe bağlamaya çalışırsak, onun fikirlerinin bazılarını yok saymamız gerekir. Dünyanın siyah veya beyaz (veya yeşil) olduğunu sanan kimse Atatürkçülüğü doğru anlayamaz. Buna ister Kemalizm diyin, ister Atatürkçülük, bu görüş dünya siyasetinin üstünde bir tabirdir. Buna daha iyi bakabilmek için Atatürk döneminde 1 Mayıs İşçi Bayramı programlarının sürekli olarak yasaklanması ve serbest bırakılması örneklerine de bakılabilir. Sonuçta, kendi devri içinde tartışacağımız Atatürk’ün katıksız bir solcu olduğunu düşünecek olursak, 1 Mayıs bayramlarının her suretle büyük bir coşkuyla kutlanması beklenirdi. Sağcı olduğunu düşünürsek ise her zaman yasaklanması gerekirdi.

Atatürk Modeli Uygulanan Ülkeler

Bugün Türkiye, Atatürk ilkelerinden son derece uzaklaşmıştır. Ancak dünyada Atatürkçülük konusunda bizden fersah fersah ileride bazı ülkeler vardır. Bu ülkeler bugün dünyadan en fazla göç alan, en çok yaşanmak isteyen ülkelerdir. Gariptir, bu ülkeler dünya geneli yapılan “İslamilik endeksi”ne göre de Müslümanlığın en doğru yaşanabildiği ülkelerdir. Bu ülkeler, sosyal yardımları ile ön plana çıkan Yeni Zelanda ve Almanya gibi ülkelerdir. İskandinav ülkeleri, Batı Avrupa’nın kimi ülkeleri tam anlamıyla bunu sağlıyorlar.

Bu ülkelere giden göçmenler mesela, “Hilafet” talebinde bulunabiliyor. İsveç’te, İngiltere’de halifeliğin gelmesini istemek çok saçma değil mi? Bu devletler bu talebe gülüp geçiyor çünkü gerçekten İngiltere’ye halifeliğin gelebilmesi için öncelikle İngiltere’nin Müslüman olması gerekiyor.

Eğer, laiklik hakkıyla Türkiye’de uygulanabilir olsaydı, bugün “fikri ve vicdanı hür” vatandaşlar halifelik isteklerinin gerçeği yansıtmadığını ve mümkün olmadığını düşünebilirdi. Bugün ise bu talepler korkuya sebep oluyor.

Pandemide, işçilerin çalışarak hak kazanmış olduğu işsizlik maaşları mesela, o işçiyi çalıştıran işverenlere bir hediye olarak sunuldu. İşçi, kendi işsizlik ödeneği hakkını, patronunun elinden alırken, bunu devletin bir hediyesi sandı. Kimi işverenler ise, işçiye kendi biriktirmiş olduğu hakkını devletin bir hediyesi gibi verirken, ona “git evine, sana virüs bulaşmasın, bu sürede çalışmayacaksın” demedi. Normal bir şekilde çalıştırmaya devam etti. Bu bizim gerçekliğimiz. Atatürkçülüğü uygulayan başka ülkelerde ise devletler yedek akçesini halkına yardım etmek için kullandı, ne şirketlerin ne de halkının bir hak kaybı yaşamasına müsaade etti.

Bizim de yedek akçelerimiz vardı. Onu da yanlış ekonomi yönetimi altında, pandemiden 1 yıl sonra yükselen dolar kurunu baskı altına almaya çalışırken harcadık. Harcadığımız bu para, Tesla otomotiv fabrikalarının toplam değerinin yaklaşık 2 katıydı. Bugün biz Togg’u Türkiye’de, Türk vatandaşlarına satamazken Tesla bu harcanan paranın yarısına dünyaya otomobil satıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir